NİKSAR’DA “DEBBAĞ” CILIK

UNUTULAN BİR ZANAAT :

NİKSAR’DA “DEBBAĞ” CILIK

Bir kitap okudum. Daha doğrusu “bilimsel bir çalışmayı” didik didik inceledim. Okumak sözcüğü incelemek sözcüğü ile tam örtüşmüyor. “İncelemek” fiilindeki, “ayrıntıları, özellikleri derinlemesine gözden geçirme” anlamı “okumak” fiilinde yok. Okumak, incelemenin yanında sanki daha yüzeysel bir eylemin adı.

Kitap, 19. Yüzyılda Bir Anadolu Şehri: NİKSAR (Ekonomik ve Sosyal Yapı) adını taşıyor(1). Niksar’ı tarihi ve coğrafi yapı, demografik yapı, ekonomik yapı, tarımsal yapı, ziraî vergileme, sosyal yapı olarak inceliyor.

Araştırmaya temel kaynak olarak Sivas Eyaleti Tokat Sancağına bağlı Niksar kazasına ait ‘Temettüat Defterleri’ ele alınmış. Temettüat, Arapça “kâr etme, kazanma” anlamına gelen ‘temettu’ sözcüğünün çoğuludur.

Kitapta beni en çok ilgilendiren ve heyecanlandıran bölüm 1840 (1256) yılına ait “Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maliye Nezareti Varidat Temettüat Tasnifleri” ne ait 14263, 14264, 14265 nolu defterlerde kayıtlı olan bilgilerdi.

Osmanlı Devleti 1840 yılında –tüm ülkede olduğu gibi- Niksar’da da mahallelerdeki (ve de köylerdeki) haneleri kayıt altına alarak, hane reislerinin adlarını, lakablarını, sahip oldukları emlakın ve hayvanların değerini, toplam servetlerini, yıllık kârlarını ve devlete ödedikleri yıllık vergileri tek tek yazmış.

Bu belgeler bir kentin tarihine ışık tutması açısından değerine paha biçilmeyecek kadar kıymetli belgeler. Niksar halkının Coşkun Çakır isimli bu bilim adamına teşekkür borçlu olduğunu düşünüyorum.

Ben bu belgelerden 6 kuşak önceki Dedem Ömer Ağa’nın Niksar’da yemenicilik yaptığını ve devlete yıllık 120 kuruş vergi ödediğini öğrendim.

***

Yıllar önce “Niksar’da Unutulan Meslekler” başlığı altında bir dizi yazı yazmaya karar vermiş ve ilk yazı olarak “Debbağcılık” konusunu ele almıştım. Işıklar içinde yatsın Nurettin Ağabey’le (Yaramış) orta çarşıdaki oğlu Mehmet’in dükkânının üst katında oturup sohbet etmiş ve mesleği bıraksa da bu zanaatın tanınmış bir ustası olarak kendisinden “tabakçılık” konusunda bilgiler almıştım.

Osmanlı’nın temettuat defterlerini incelerken 1840 yılında Niksar’da 41 hanenin (kişi değil, hane) debbağcılık yaptığını görünce şaşırıverdim.(2) Hele de bu sayıya 11 hane yemenici, 2 hane çizmeci, 4 hane saraç, 23 hane dikici, 1 hane sahtiyancı, 11 hane eskici, 2 hane çarıkçı, 2 hane haffaf (ayakkabıcı) ilavesiyle toplam 95 hanenin bu dalda çalışması, Niksar’ın 1840 yılı meslek fotoğrafını daha da netleştirdi.(2) Normalde en az 5 olan hane-kişi katsayısını 95’le çarpınca çıkan 475 kişinin, bir Anadolu kasabası olan Niksar’da deri ve deriye bağlı işlerle karnını doyurduğunu görüyoruz. Tabii aslında bu sayıya mesleği “koyuncu”, “yüncü” “çoban” vb. olan haneleri de katmak gerekli.

Peki, bir zamanlar Niksar halkının en saygın isimlerinin yaptığı bu “tabakçılık” nedir? “Debbağ” kimdir, mesleğini nasıl icra eder?

“Debbağ” Arapça bir isimdir. Anlamı, deri terbiye eden kimsedir. “tabak”, “sepici” sözcükleri de aynı anlama gelir. Tokat yöresinde genellikle “tabakçılık” mesleğine yanlış bir söylemle “dabakçılık” denir. Arapça ve Farsça bileşik bir isim olan “debbağ-hâne” sözcüğü de yine yanlış olarak “dabakhane” şeklinde söylenir.

“Dericilik milattan önce 5. yüzyıldan beri uygulanmakta olan eski bir sanattır. Sümerler ve eski Mısırlılar giyecek, çadır ve kamçı yapımında deriden yararlanırlardı. Tabaklama işlemi ise yine milattan önce 400’lerde Mısırlılar ve İbraniler tarafından, basit kurutma ve işleme biçiminde geliştirildi.”

“Türklerde ham deriyi işleme ve deriden eşya yapma zanaatı, Orta Asya’da yaşadıkları dönemlerde gelişmişti. Hayvancılığa bağlı yaşama biçiminin doğal sonucu olarak deriden çok yönlü amaçlar için yararlanılıyordu. Sibirya’da ve Altay Dağları’nda yapılan kazılarda elde edilen buluntulardan (İÖ 4. ve 3. yy’lar) Türklerin dericilikte oldukça ileri oldukları anlaşılmaktadır. Araştırmalar, derinin bu dönemde giysi, çizme, başlık, çadır yapımında kullanıldığını göstermiştir. Göçebelikte büyük önem taşıyan koşum takımları, savaş araçları ve daha başka birçok gündelik eşya yapımında da deriden yararlanıldığı ortaya çıkarılmıştır.”

“Türkler Anadolu’ya göç ederken anayurtlarında geliştirdikleri her türlü kültür ürününü de birlikte getirdiler. Eski çağlardan beri önemli bir dericilik merkezi olan Anadolu, Türklerin yerleşmesiyle bu alanda yeni bir yapı kazandı ve yüzyıllar boyunca dünyanın en kaliteli deri ve deri eşya üretilen yeri haline geldi.”

Ahiliğin (3) kurucusu ve piri sayılan Ahi Evran’ın da debbağ olması nedeniyle, bu meslek ocağı Ahiliğin ana dalı sayılıyordu.

Osmanlı Döneminde devletin kuruluşunda önemli rol oynayan Ahilik ve bağlı zanaat birlikleri çok güçlenmişti. Aslında ta Selçuklular ve Beylikler döneminde dericiliğin –özellikle deri boyacılığının- en ileri olduğu iki üç ilden biri Tokat’tı. Dericilik, Tokat’ta bu dönemde daha da önem kazanarak, ticaret yaşamını yönlendiren ana üretim dallarının başında geliyordu.

17.yüzyılda Anadolu’yu gezen Fransız gezgin J.B.Tavarnier’ye göre en güzel maroken (4) Tokat’ta üretilmekteydi. “Türk kırmızısı” yla (alizarin) boyanan sahtiyanların (keçi derisi) çok değerli olduğu, bu yüzden Avrupalı deri tüccarlarının bu boyanın bileşimini elde etmek için büyük bir çaba harcadıkları bilinmektedir.

Niksar’ın sosyal, kültürel ve ekonomik tarihi incelendiğinde hemen hemen her ailede dericilikle uğraşan insanların olduğu görülür.

Niksar’da Arasta Çarşısı çıkışında bulunan Roma-Bizans dönemine ait leylekli köprü civarı bir dönem tamamen debbağcılıkla uğraşan esnafla doludur. Zaten arasta(5) çarşısı da bir zamanlar tamamen deriden üretilen çok çeşitli eşyaların satıldığı bir çarşıydı.

Ham derinin terbiye edilmesinde en çok ihtiyaç duyulan şey bol sudur. Niksar’ın ortasından geçen Çanakçı Deresi bu bakımdan büyük önem taşımaktadır. Bu derenin her iki yakasının tamamının bir zamanlar irili ufaklı bir çok tabakhane ile dolu olduğu söylenir. Günümüzde bunlardan hiçbiri kalmamış ve eskiden yaşamını debbağ olarak sürdüren kişiler de 1950’li yıllardan itibaren başka işler yapmaya yönelmişlerdir.

Niksar’daki en son tabakhane Ali Kâhyaoğlu sülalesine ait olandır. Bugün yaşları 50’nin üzerinde bulunanlar bu tabakhaneyi bilirler. Leylekli Köprü’nün Arasta’dan çıkışta, sağ tarafta, Çoroğulları Sergeni’nin altında faaliyet gösteren bu tabakhanenin sahiplerinden bugün hayatta olan en eski isim Hilmi Yaramış’tır.

Kendisini kaybetmeden önce ilerlemiş yaşına karşın çok dinç ve sağlam hafızalı olan Sevgili Nurettin Ağabey’le yaptığımız söyleşi de onun hatırladığı Niksar tabakhaneleri şunlardı: 1-Küpçüoğlu Durmuş Efendi tabakhanesi (Durmuş Özer,Karslıoğlu Salih Efendi’nin kızı Nesime Hanım’la evlidir. Niksar’da uzun yıllar özel idare memurluğu yapan Rahmetli Hacı Salih Özer’in babasıdır. Karslıoğlu Salih Efendi ve onun babası Hacı Mehmet Efendi’nin de asıl meslekleri dericiliktir. Durmuş Efendi Tabakhanesinin yeri, Niksar Öğretmenevinin kapısının tam karşısıdır.)

2-Boyundeliklerin Hafız Recep ve Kardeşi Ahmet Efendi’nin tabakhanesi (Ahmet Efendi, geçtiğimiz yıllarda kendisini kaybettiğimiz “Başefendi” diye bilinen Necmettin Boyundelik’in babasıdır. Bu tabakhanenin yeri diş hekimi Ayhan Yaramış’ın muayenehanesinin altıdır.)

3-Sofu Emmi Tabakhanesi (Sofu Emmi, Eke Memet’in dedesidir.)

4-Nalbantoğulları Tabakhanesi

5-Ehenoğlu Ömer Tuzemen Tabakhanesi (Bu tabakhanenin yeri bugün Bayram Erdemir’in Oteli olan binanın altındadır.)

6-Gürünlü İzzet Efendi Tabakhanesi (Ali Kâhyaoğlu Tabakhanesinin alt tarafında)

7-Ali Kâhyaoğlu Osman Yaramış Tabakhanesi (Osman Yaramış’ın ustası, aynı zamanda kayınpederi de olan Abdullah Erman’dır.)

8-Dereçay’daki Tabakhane (Bu tabakhane de Ehenoğullarınındır. Yeri Alaybey Köprüsü’nün üst tarafındadır.)

9-Zeheroğlu Tabakhanesi (Ehenoğullarının Tabakhanesinin alt tarafındadır.)

***

Yukarda isimleri sayılan tabakhanelerin faaliyet gösterdikleri tarihlerde Niksar ve çevresinde hayvancılık son derece gelişmiş ve yerini henüz tarıma terketmemiştir. Ancak çevre yerleşim alanlarında tabakhane bulunmadığı için özellikle Erbaa, Reşadiye ve Akkuş yöresinin tüm derileri Niksar’da işlenmekte ve işlenen deriler ise başta Niksar Arasta Çarşısı esnafına; Ünye, Fatsa, Çarşamba’ya satılmakta ayrıca yörede kurulan pazarlarda alıcılarına ulaştırılmaktadır.

Tabakhaneler kapandıktan sonra manifaturacılık yapan Sayın Nurettin Yaramış bir derinin işleniş evrelerini şöyle anlatmıştı:

1-Ham deri kasaptan geliyor. Eğer deri kuru ise havuzda 1-2 gün yumuşatılıyor.

2-İçi kireçleniyor. Üç gün bekletiliyor.

3-Tüyler –veya kıllar- elle yolunuyor. Cinslerine göre ayrılıyor. Keçi kılları mutaflara(6), koyun yünleri yatak yorgan yapımında kullanılmak üzere halka satılıyor. Ayrıca Başçiftlik ve Avara köylüleri bu yünleri alarak, evlerde yerlere serilen ve “cecim” denilen örtüler yapıyorlar.

4-Deriler (50-60 deri birden) kireç kuyusuna atılıyor. İki ay süresince haftada bir çıkarılarak havalandırılıyor, tekrar kuyuya atılıyor.

5-Kireçten çıkan deri yıkanıyor. Özel tahtalarda ve özel aparatlarla kireci kazınıyor, tekrar yıkanıyor. Deri içerisine nüfuz eden kireci kusturmak için sıcak suyla yapılan güvercin gübresi bulamacında bir gün bekletildikten sonra tekrar yıkanıyor.

6-Tahtadan yapılmış 1 metreküplük sandıklarda, buğday kepeği suyla bulamaç yapılıyor.(Yazın soğuk,kışın ılık suyla)Deriler o bulamaca batırılıyor. Böylelikle 2-3 gün içerisinde, derilerde kalan kireç, kepek bulamacı tarafından emiliyor.(Daha sonraları güvercin gübresi yerine kimyasal maddeler kullanılıyor.)

7-Kepek bulamacından çıkan deriler tekrar iyice yıkanıyor.

8-Aydoğmuş taraflarından getirilen “tetire yaprağı” kurutuluyor, “soku”(7)larda dövülüyor, un haline getiriliyor. Çok acı, zehir gibi asitli olan bu un bulamaç haline getiriliyor yine o 1 metreküplük sandıklarda deriler bu bulamaca konuluyor. 5-6 gün deriler her gün çıkartılıp ayakla sıkılarak bu tetire bulamacında bırakılıyor.

9-5-6 gün sonra derinin baş kısmından ufak bir parça kesilerek kontrol ediliyor.Derinin içindeki “yeşil damar” kaybolmuşsa, o deri pişmiştir. Yoksa deri tekrar tetire bulamacına batırılır.

10-Terbiye edilmiş deri tertemiz yıkanır. Yere serilir ve özel yapılmış “kök boyası” ile çeşitli renklerde boyanır. Sonra özel yapılmış, kol kalınlığında ağaçların üzerinde –gölgede- kurutulur.

11-Kurutulan deriler bir süpürge yardımıyla suyla tavlanır. Sonra özel yapılmış makinelerle parlatılır.

12-Artık satışa hazır olan deriler beşer beşer katlanarak rafa kaldırılır. Buna “tora” denir. Köseleler ise “balya” yapılır.

Keçi derilerinden ayrıca seccadeler yapılıyor. Ancak seccade yapımında, yukardaki işlemlerden 3. maddede anlatılan tüylerin temizlenmesi işlemi yapılmıyor. 2-3 gün tuzlanıyor, kepek bulamacında bekletildikten sonra derideki et kalıntıları iyice kazınıyor, yıkanıyor, taranıyor ve kurutuluyor.

***

18.yüzyıla değin dünyanın en üstün ürünlerini veren Osmanlı dericiliğinde Tokat’ın –ve de özellikle Niksar’ın- büyük önemi vardır.

19.yüzyıl sonlarına doğru Avrupada deri işleme alanında ulaşılan yenilikleri izleyemeyen Türk dericiliği gerilemeye başlamıştır.

1950 yılından sonra dericilik alanındaki yenilikler Türkiye’ye girmiş, 1970 sonrasında deri ve deri mamülleri sanayisi önemli gelişmeler göstermiştir. Ancak son yıllarda ülkemizde hayvancılığa gereken ilginin gösterilmemesi nedeniyle işlenecek deri bulmakta güçlüklerle karşılaşılmıştır.

Türkiye’de dericiliğin en ileri olduğu illerden biri olan Tokat ve Tokat’ın bir ilçesi olan Niksar’da bugün dericilik yapılmamaktadır. Kesilen hayvanların derileri tuzlanarak, aracı bir tüccar vasıtasıyla İstanbul’da bulunan deri fabrikalarına gönderilmektedir.

Bir dönem, altından akan Çanakçı Deresi’nin sağında ve solundaki tabakhanelere üstten bakan Leylekli Köprü, altındaki derenin üstü büyük ölçüde kapatıldığı için bugün Çanakçı Deresi’ni adeta küçük bir pencereden görmenin hüznünü yaşamaktadır.

***

Bir Tabakhane Fıkrası

Şimdiki gibi modern tabaklamanın olmadığı eski devirlerde, ilkel usullerle tabaklama işlemi yapılan tabakhaneler çok pis kokardı. Bu koku bırakın işyerinde, tabakhanenin etrafında da hissedilirdi.

Oturduğu evi, işyerinin üst katında olan bir tabak oğlunu evlendirmiş. Gelin, tabakhanenin üstündeki eve yerleşmiş. Daha önce hiç tabakhane kokusu bilmeyen yeni gelin eve gelince söylenmeye başlamış. “Aman bu ne pislik, bu ne koku” diyerek temizliğe başlamış. Ahşap evin taban tahtalarını, kapılarını, pencerelerini günlerce silmiş, ovmuş pırıl pırıl yapmış. İlk günler hissettiği koku aradan 15-20 gün geçince kaybolmuş. Yeni gelin övünerek kaynanasına: “Bak, ben geldiğimde her taraf nasıl pis kokuyordu. Temizledim, ovdum, tahtalar bembeyaz oldu. Koku da kayboldu” demiş.

Yaşlı, güngörmüş kaynana: “Ah kızım ellerine sağlık. Ama o koku kaybolmadı. Aşağıda o tabakhane oldukça kaybolmaz da. Ama sen bu kokuya alıştığın için artık kokuyu hissetmiyorsun” der.

*

“Tabakhaneye ‘bok’ mu yetiştiriyorsun?” deyişi de yine ilkel tabaklama yöntemlerinin uygulandığı zamanlardan kalmadır. Asit oranı hayli fazla olan it pisliği tabaklamada kullanılan bir malzeme olduğu için, o dönemlerde it pisliği toplayanlar bu pislikleri vakit geçirmeden tabakhaneye iletmek için koşuştururlarmış. Deyim bu nedenle ortaya çıkmıştır.

***

0 Responses