eski gördes meslekleri

Burada ele alınan meslekler unutulmuş ve unutulmaya yüz tutmuş mesleklerdir.

1. BOYAHANECİLİK

Gördes halıcı bir memleket olduğu için halıyı dokuyanların yanı sıra, dokutanlar da vardı. O yıllarda üç tane büyük boyahane vardı. Bunlardan Kadayıfçıların Hakkı Beyin boyahanesi fabrika teklinde büyük idi. Bu sülâle sonraları İzmir'e göç etmiştir. Boyacı Tevfik Beyin (Altan) boyahanesi Cuma mahallesindeydi. Ayrıca Küçük Asım Bey'in (Ahmet ve Dr. Faruk Öğüt'ün babası) ve Efendelili Molla İbrahim Bey'in (Refik Atay'ın dedesi) de birer boyahaneleri vardı. Halı iplikleri Uşak'ta imal edilir, boyasız olarak Gördes'e getirilir, bu boyahanelerde boyanırdı. Bitkilerden elde edilen Kök boyalar kullanılırdı.

Osmanlı Devletinde Orta ve Batı Anadolu’da, bu günkü tütün ziraatı gibi tarlalara “Boya Otu” ekilirdi.Kırmızı renk veren bu bitki kumaş ve halı ipi boyamada kullanılmış, yıllarca yurt dışına da ihraç edilmiştir. Sentetik boyaların çıkmasıyla bu tarim bırakılmıştır.(A-6)

2. HALICILIK

* Gördes'in kendine has halı motifleri nelerdir?

* Halı nasıl dokunur, kullanılan araç gereçler nelerdir?

* Ünlü halı tüccarları kimlerdi?

* Dokumacılık ve kilimcilik var mıydı?

* Türkülü halı hikâyesi neydi?

* Ayşe Kızla Vato’nun hikayesi.

Eski Gördes'te memurların ve yabancıların dışında hemen herkesin evinde halı tezgâhı vardı. Daima Gördes düğümü olarak bilinen Çift düğüm kullanılırdı. Gördes Batı Anadolu'nun en önemli halı merkeziydi ve halı seccadeleri ile ünlüydü. Bu seccadeler çok zarif olup, kadifeyi andırırlardı. Osmanlı sarayının ihtiyacı da buradan karşılanırdı (A-1).

Başta Konya Mevlana Müzesi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve İstanbul Sultanahmet Halı Müzesi olmak üzere, yurt dışında Victoria ve Albert Müzeleri, Berlin Türk İslam Eserleri Müzesi, Budapeşte Uygulamalı Sanatlar müzesinde eşsiz Gördes halı örnekleri mevcuttur. Ne yazık ki, bu güne kadar halılarıyla ünlü Gördes, tarihi halı örneklerinin sergilendiği bir halı müzesine sahip olamamış, camilerdeki eski halıların bir kısmı çalınmış, bir kısmı da yetkililerce toplanarak muhtemelen güvelere teslim edilmiştir. Geçmişte yöneticileri bu konuya kafa yormamış, çaba sarf etmemiş, belki de imkan bulamamışlardır. İlçemizin bu günkü yönetici- lerinin konuya el atarak bu ciddi eksikliği gidereceklerini ümit ve temenni ediyoruz.

Gördes'e has halı motifleri vardı ve bunların ekserisi seccade türü idi. Bunlar; Kız Gördes, Sinekli Gördes, Asmalı Gördes, Marpuçlu Gördes, Madalyonlu Gördes, Karanfilli Gördes, Elmalı Gördes, Mecidî Gördes, Kızıl Gördes, Şamdanlı Gördes, Direkli Namazlık, Çakıroğlu, İncesulu idi.

Dokuyanlar bugün olduğu gibi genellikle kadın ve kızlardı. Erkeklerin birçoğu bilir, fakat çok azı dokurdu. Halı malzemelerini tüccar verir, dokuyucu halıyı bitirdikten sonrayevmiyesini alırdı.

Halı dokunurken Çakı, tahta veya demir Kirkit, Makas gibi aletler kullanılır. Halı tezgâhının alt ve üstünde delikli, halının gerildiği çam kerestesinden yapılmış iki "Halı ağacı" vardır. Çift sıra çözgünün üst ve alt uçlarının arasında parmak kalınlığında demir çubuklar yer alır. Bu demir, üst ve alt halı ağaçlarına 15-20 cm aralıklı deliklerden iri çiviler geçirilerek tutturulur. Üstteki ağacı çevirmek ve ipleri germek için "Çeki" denen ucu çatallı, sağlam meşeden bir ağaç kullanılırdı. Çeki aşağıya doğru indirilip yeterli gerginlik

Bağlandıktan sonra, Urgan ile yan ağacın altına bağlanır. Sonradan Mengene denen demirler kullanılmaya başlanmıştır. Tezgâhın ortasında "Güzü" denen yatay duruşlu bir ağaç daha vardır. Sayıları yüzlerle olan çapraz iki sıra dikey iplere "Çözgü" denir. Bunlar yündür, ancak pamuktan ise "Eriş" adını alır. Güzünün üst ve altında çözgü iplerinin arasında birer tane kargı bulunur. Yukarıdaki kargı çapraz ipleri açmak, aşağıdaki kargı ise aradan "Argaç" denen atkı ipleri kolay geçirmek için kullanılır. Argaç Kaskan denen atık kumaş ve düşük kaliteli pamuktan yapılan Adana ve Malatya bez fabrikalarında üretilen kalın iplerdir. Güzünün üstündeki renk renk yün yumaklardan aşağı doğru uzanan uçlardan "Halı örneği"ne uygun düğümler atılır ki, bu düğümlere "İlmik" denir. İlmikler çapraz iki tel arasından geçirilir ve üzerine argaç atılarak kirkitle vurulup sıkıştırılır.

Koyunların nisanda kırkılan tüylerine Yapağı, eylülde- kilere ise Yün denir. Halı için yün daha makbuldür. Halı tüccarları bunları Simav, Balıkesir fabrikalarında yün ipliği (İlme) haline getirilir, sonra Gördes'teki boyahanelerde boyanırdı Eskiden tamamen kök boya kullanılırken, sonraları sentetik boyalar yaygınlaşmıştır. Boyahaneden gelen "Çile" adı verilen yün demetler alınır, "Elemne"ye geçirildikten sonra Yumak haline getirilerek sarılır. Pamuktan olan argaç ise, elemnede yumak haline getirilmez, küçük çileler haline getirilir ki, buna "Mekle" adı verilir. Düğümler bir sırayı tamam- ladığında buna da "Sıyırdım" adı verilir. Çözgüdeki tel sayısına göre 40, 50, 60 sıyırdım bir "Yevmiye" yapar. Daha önceleri6000 düğüm bir yevmiye sayılırdı.

Halı dokuyan kişi, iki "Halı sandığı" üzerine konan "Halı tahtası" üzerine oturur. Halı sandığının içinde bazan halı yumakları, bazan tiftik veya kırpıntılar konur. Sandıkların sayısı ihtiyaca göre 2-3'e çıkarılarak dokunulacak seviyeye çıkılır. En geniş büyük halılarda yan yana 2 ila 5 kişi birlikte halıyı dokurdu. Bunlardan biri diğerinin önünde giderse, diğerine "Gedik" denen kademeli eğik bir sınır bırakır. Ancak burada kesinlikle hak geçirilmez. Yevmiye bitince, kırkmayı kolaylaştırmak için yeni dokunan kısım elle demet demet çekilerek ön uçları yolunur.

Yumuşak ve kabarık olan bu artıklara "Tiftik" denir. Tiftik yatak ve yorgan içini doldurmada kullanılır. Ya da "Kirman"la eğirilerek ip haline getirilir ve kilim dokumada kullanılır. Normal halılarda yevmiye bitince, yün halılarda ise 5-10 sıyırdım dokununca 35-40 cm. boyundaki özel "halı makası" ile dokunan kısım kırpılır. Makasın iki ucu, iki el yardımıyla aynı anda sıkılarak uzun uçlar kısaltılır, kesilir. Buradan çıkan kısa yün iplik parçalarına "Kırpıntı" denir. Bunlar da yatak ve yastık doldurmada kullanılır. Halının dokunması tamamlandığında 5-6 cm. eninde kilim kısmı dokunur ve 10 cm. yukarıdan çözgüler kesilir. Üstte kalan artık ipler "Ulama" denen bir usülle birbirine eklenerek kilim ya da bazan halı dokumada tekrar kullanılır.

Tüccarın talebine göre, halı kaba ya da ince dokunur. Kaba halıda bütün işlemler kalın ve seyrek yapılır, kaba kakılır. Böylece az malzeme ve işçilikle daha büyük halı elde edilir. Halıya el sürülünce ipler bir tarafa yatar. İnce halıda ise, tam tersi yapılır. Argaç incedir ve daha çok kakılır. Böylece daha ince halı elde edilir. Halı 5-10 sıyırdımda bir kırpılır. Tüylerine el sürülünce diktir ve kadife hissi alınır. Bu tür halılar pahalıdır. Üçüncü ve en kıymetli halı ise, atkısı, çözgüsü ve ilmikleriyle tamamen yün olan ince halıdır. Mutlaka "Kök boya" kullanılır. Bunların kirkitleri de farklı olup, daha sık aralıklıdır. Bunlar 2-3 sıyırdımda bir kırpılır. Halı dokumada kullanılan uzunluk ölçüsü, yakın zamana kadar da süren Osmanlı dönemi ölçüsü olan "Arşın"dı. Arşın 68 cm olup, 8 "Urup" ve 16 "Gire"ye ayrılırdı.

Eski Gördes'in ünlü halı tüccarları ya da firmaları şunlardı:

* Nalbantoğlu Osman Ağa, Şark Halı şirketinin Gördes temsilcisi olup, Muammer Osmanağaoğlu'nun babasıdır.

* Kadayıfçızadelerden Mehmet Efendi ve oğlu Hakkı Efendi ( Kadayıfçı)

* Horozoğulları

Bu üç firma yurtdışına halı ihraç eden önemli kişi ve kuruluşlardı. Ancak 1929-1932. yıllarda yaşanan dünya ekonomik krizi döneminde yabancılardan halı paralarını alamadıkları için iflas etmişlerdir.

* Germiyanlı Ahmet Efendi

* Büyük Asım Bey (Büke) ve Küçük Asım Beyler (Öğüt)

* Leblebici Ahmet Efendi (Ünal) (Halıcı Mehmet Ünal'ın babası) ve Murtaza Bey (Ünal)

* Sıtkı Babayiğit

* Tevfik Sarıoğlu ve Hakkı Güven

Gördes'te kilimcilik ve dokumacılık da vardı. Kilim halı gibi basit tezgâhlarda dokunurdu ve 200'e yakın tezgâh vardı. Dokumacılık ise daha iptidai olup, sınırlı miktarda en fazla ise Karakeçili ve Tomaşa köylerinde 100 kadar tezgahta dokunurdu.

Burada değerli araştıracı Mehmet Önder'in "Efsane, Destan ve Öyküleriyle Anadolu Kentleri" adlı kitabında (A-7) yer alan "Gördes ve Türkülü Halı Hikâyesi" bölümüne de yer vermek istiyoruz:

On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Türk halıcılığı ününü dünyaya duyurur. Batı ülkelerine halıyı ilk olarak Osmanlı Türkleri götürür. Bu yüzyıllarda Anadolu'nun batı bölgesinde üç büyük halıcılık merkezi vardır. Uşak, Kula ve Gördes. . . Bu üç şehirde dokunan halı ya da seccadeler, yalnız Osmanlı saraylarını, köşklerini, konaklarını süslemez, bunları Avrupa antika pazarlarında etek dolusu paralarla satarlar. . . Özellikle Gördes'in kırmızı, lacivert, mavi zemin üzerine çifte mihraplı seccadelerine diyecek söz olmaz. Yıllar yılı solmayan renkleri, bir has bahçeyi andıran çiçek motifleriyle, cıvıl cıvıl, hayat doludur Gördes halıları. . . İbrik, şamdan, kandil desenleri içinde, bir usta ressamın fırçasından çıkmış tablolardır bunlar.

Gördes'te halıları genç kızlar dokur. Gördes düğümü dedikleri, çift atmalı bir tür düğüm vardır ki, tüm Anadolu'ya yayılmış, Türk halılarını, öteki ülkelerin halılarından ayıran bir özellik olmuştur. Gördes düğümü, hem halının ömrünü uzatır, hem de halıya bir kadife inceliği verir. Gördes, Türk halıcılığında, halı sanatımızda bir okul olmuş, tezgahlarında dünyanın en güzel halıları dokunmuş, bu yüzden Gördes'in şöhreti dünyaya yayılmıştır.

Bugün dünyanın neresinde bir halı müzesi görürseniz, Gördes halısını baş köşede bulursunuz. Manisa ilinde bir ilçe merkezi olan, yine de halı tezgahlarını elinden bırakmayan Gördes, işte böyle bir Gördes'tir.

Yeryüzüne halıyı ilk getiren milletin Türkler olduğunu sanat tarihçileri bir ağızdan söyler. Düğümlü ilk halıyı dokuyan da Anadolu Selçukluları devrinde Türk kadını olmuştur. Renge büyük bir özlemle sarılan, rengi renkten ayıran Anadolu kadını, giyiminde kuşamında, gergefinde, tezgâhında, tutam tutam renkleri nasıl işler, tabiat güzelliklerini halısında, kiliminde ölümsüzlüğe ulaştırır. Yalnız renkleri değil, desenleri de kendi bulur, iç dünyasını, aşkını, özlemini bu desenlerle dile getirir. Kız Gördes dedikleri bir tür duvar seccadesi vardır, bakmaya doyum olmaz. Gülen, konuşan, halay çeken, türkü söyleyen, tüm sevgisini bir tezgâhta halıya döken sembolik bir şiir gibidir bu seccadeler.

Türkülü Halı Hikâyesi

Bunlar Gördes'in sessizlik içinde konuşan yürek yürek sevda dolu halıları. Bir "Türkülü halı" hikâyesi vardır Gördes'in, anlatırlar:

Gördes, Manisa'da beyliğini kuran Saruhan oğullarının idaresinde iken, Saruhan Beyi'nin oğlu, bir sabah erken kır atına biner, Gördes caddelerinden geçer. Derken yolu üzerindeki bir pencere açılır, bir baş uzanır. Bey oğlu bir de ne görsün? Büklüm büklüm saçları omuzlarına dökülen bir güzel ki, ömründe böylesini görmemiştir. Cilveli bir gülücük, sonra kapanan bir pencere. Oğlanın aklı başından gider. Ertesi sabah atının dizginini yine Gördes'e çevirir. Yine açılan pencere, yüzünü gösteren güzel. Bey oğlu deli olacak. Hayali gözünden gitmiyor. Üstelik derdini de kimseye açamaz. Bekar mı, evli mi, dul mu? Üç gün, beş gün, bir ay derken bir sabah, Bey oğlu, pencerenin önünden geçerken bir işaret verir, bununla bana bir haber gönder demek ister ve yürür. . . Ertesi sabah, aynı caddeden geçen Bey oğlu, genç kızın penceresi önündeki balkondan aşağıya sarkıtılmış bir halı görür. Halıya şöyle bir göz atınca yüreği ferahlar. . . Halı üzerindeki renk ve desenleri şöyle yorumlar:

Yaşım on beş,

Yüreğim yanar ateş,

Bekliyorum seni,

İste babamdan

Al götür beni.

Ondan sonrası kırk gün kırk gece süren düğünle sonuçlanır. Gördes en güzel kızını Manisa'ya uğurlar. Düğün şenliğinin önünde, sancak gibi bir halı dalgalanır gider. Ardından türküler söylenir, Gördes halısının türküsüdür bu:

Bu aşkın dumanı tütmez odumdan,

Her seher gül yüzün çıkmaz yadımdan,

Götür beni beyim tut kanadımdan,

Kor gibi ateşle yandırdın beni,

Divaneler gibi döndürdün beni.

Gördes yalnız, ince belli, fidan boylu halıcı kızlarıyla değil, kadın kahramanlarıyla da tarihe mühürler adını. Kurtuluş savaşı yıllarında, yirmi yaşındaki Gördes kızı Makbule'nin, kocası Halil Efeyle birlikte, Türk çetecileri arasında omuz omuza, süngü süngüye Yunanla nasıl savaştığını, vatan savunmasında nasıl destanlaştığını herkes bilir. Ne yazık ki, bu kahraman kadın, Gördesli Makbule, 24 Mart 1922 gecesi Kocayayla baskınında başından aldığı bir yarayla Türk şehitleri arasında, adını ölmezliğe ulaştırır. Halk arasında Gördes'in Dişi Arslanı diye ün yapan Makbule'yi yalnız Gördesliler değil, Türk milleti hiçbir zaman unutmayacaktır.

Gördes küçük bir Batı Anadolu şehridir, ama ünü büyük, şöhreti dünyaya yayılmıştır.

Bir dönem lise ders kitaplarında yer alan, okuduğu zaman her Gördesli genci heyecanlandırıp, gururlandıran, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun (A-8) “Bir Gördes Halısının Hikayesi”ni anlatan yazısını buraya almamak olmazdı. Şöyle ki:

“Ayşe Kızla Vato”

İştah ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra, köpüklü kahveler arasında içilen sigaraların dumanlarından kulübün yemek salonu hayli sislenmişti. Bir tarafta iddialı av sohbeti, diğer cihette Meclis-i Mebusan müzakereleri sonrası bir siyaset mücadelesi, şu köşede bir kaç asil gencin, belki, bir güzel kadın tarafından aldatılmış bir refikaya karşı kahkahaları, ekseri müdavimleri yaşlı, vekarlı zatlardan mürekkep olan bu mahfilin havasını haz ve neş’e rüzgarlarıyla dalgalandırıyordu.

Bizim sofrada bahis, Türk, Macar ve Lehlerin (Polonyalı) tarihi külah ve libaslarının(elbise) müşabehet -lerine (benzeyiş) dairdi. Konyağın son damlasını emen Kont “Geza... ” iri sigarasını silkelerken ecdadının eski hilatlariyle (kaftan) kendisinin biriktirdiği asarı nefise (nefis eserler) kolleksiyonunu göstermek için bizi konağına davet etti.

Benimle beraber Amerikalı, İtalyan ve Alman dört yemek arkadaşı, kulübün avlusunda bekleyen, konutun otomobiline girdik. On dakika sonra kendimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıkları tıraşlı bir uşak, sağ tarafta üstü koyu güvez çuha ile kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde bu ailenin atalarına ait bir kaç yüz çarık, çizme, terlik, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş sedirde, ceviz dolapların parlak camları arkasında, sahte birer kibar tavrıyla duruşlarında gizli tuhaflık vardı. Kont’un katibinin arkasında diğer bir odaya dahil olduk. Burada oymalı iki abanoz koltuk ve iki masada iki büyük demir kasa ile ortada bir camlı müstakil masa vardı. Bu masanın cam sathı altında firuze, mercan işlemeli, gümüş oymalı telkari bıçaklar, yatağanlar serilmişti.

Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekmeceler içinde, gümüş tepsiler üstünde, bize gösterilen elmaslı, yakutlu sorguçlar, safirli ve firuzeli kılıç kemerleri, murassa (değerli taşlarla donanmış) kadın ve erkek düğmeleri, gümüşlü, mineli eski Türk ve Macar üzengileri, el aynaları, önümüze yığılıverdi. Bu hanedana ecdattan kalan ve daima büyük oğula intikal eden bu kıymetli aile hatıralarının bu suretle dikkatle saklanmasını takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük hazine-i Karun idi.

Geniş merdivenden yukarı kata çıktık. Burada yemek odasından salona kadar gümüş leğen ve ibrikten, ufak incili yastığa kadar bütün eşyanın bir kıymeti, bir inceliği vardı. Camekanın iç tarafında Asya ve Avrupa’nın hemen her tarihi milletine ait olmak üzere pırlantadan akike, altından pirince kadar, belki üç yüz yüzük, kadife yivler arasında sıralanmıştı.

Duvardaki pastel ve yağlı boya nefis levhalara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi Kont’un yazı odasında idik.

--İşte, dedi, Macaristan’da bir eşi bulunmayan bir hakiki “Vato”

Bu tahminen seksen santim boyunda ve elli santim eninde bir tablo idi. Ormanda bir pınar başında kurulmuş bir sofra... Kenarda bir genç saz çalışıyor. İki taze uzanmışlar dinliyorlar, biraz beride iki kadın arkası katmerli ve kabarık libaslar ile raks ediyor, görünüyorlardı.

--Şimdi, bundan kıymetli bir şey göstereceğim.

Parmağıyla o meşhur Fransız ressamın levhasının yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu bir Gördes seccadesiydi. Çimdi bütün gözler bu nefiseye çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan Amerikalı ile ressam İtalyan seccadenin yanına yaklaşarak altından küçük ilmiklerine bakıyorlardı.

Koyu mavi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı zırhlar ile çevrilmiş ve ortası dört ve sekiz köşe madalyonlar le bezenmişti. Kenarın, zırhları ve madalyonun içleri anlaşılmaz nakışlarla dolu idi. Bunlar çapraşık karışık, fakat uyumlu, perişan dağınık fakat muntazam, hiç bir şekle uymaz fakat hendesi (geometrik), ne çiçek, ne yaprak fakat düşünce, ne resim ve ne hendese, fakat ince idi... Vato’nun yaz levhası yanında, seccadenin bu hali başka türlü, sanki sırf tasavvufi, ruhani, manevi bir bahar şekli arzediyordu, O derece renkler uygun ve tatlı idi.

Kont, halının karşısına geçmiş:

--Bakınız! Bakınız! Diyordu; şu çiçeklerde maviden kırmızıya, kırmızıdan sarıya ne latif bir ahenk ile geçiriliyordu, Boyalara bu garip imtizacı, bu hayale gelmeyen güzel imtizacı veren hangi ilimdir, hangi terbiyedir. Sanmam ki Türkiye’de halıcılık mektebi bulunsun, diyordu.

--Hayır.

--Ben, Hind’in, İran’ın o üstlerinde oklarla vurulmuş ceylan, kaplan resimleri, çelimsiz süvarileri, bücür insanlar, kurbağalara benzer kuşlar işlenmiş halıları sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu gibi tabii maddeler, yarım ve iptidai surette taklit olunmuştur. Türk halılarında tabiatı taklitten eser yoktur. Bütün nakışlar tuluat ve icadtır. Bütün bu hüner, munis ve düşündürücü bir garabettir. Nakışları birbirine benzer iki halı görmedim.

--Hatta bir halıdaki mukabil iki şekilden bile biri diğerine tamamiyle müşabih(benzer) değildir.

Bu Gördes halısıyla, Vato’nun tablosu karşısına tesadüf eden ipekli eski Kıbrıs kumaşı kanape ve koltuklara oturduk. Şimdi ziyaretçiler hane sahibinin verdiği sigaraları savuru- yorlardı.

Kont dedi ki:

--Bir gün fakir düşsem, belki Vato’yu satabilirim. Fakat aile yadigarı eşyam ile bu halıyı elimden çıkaramam sanıyorum.

Tarihi, değerli eşya ile dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bükük durması beklenen bu Türk sanatının, bu Türk zevkinin, bu Türk kadınlığının saltanatı huzurunda gönlüm iftiharla, ihtiramla (saygıyla) çarpıyordu. Gözlerim ıraklara doğru daldı. Kurutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve nihayetsiz bir çölün ortasında bir bardak buzlu su bulan yolcu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm, düşündükçe ağlamak istedim.

Gözümün önüne geliyordu:

Harap Gördes kasabası. Balçıktan karanlık, ocak dumanlarından sisli evleri. Melul ve sakin ahalisi.... Kapısının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk benizli ihtiyar kadınları. Halı tezgahının önünde bir kaç kırık tahta iskemlenin üstüne oturmuş, başını önüne eğmiş bir “Ayşe kız” ile iki küçük arkadaşı, halının erişleriyle argaçları arasında kınalı parmakcıkları titreyerek didiniyorlar ve en büyüğü:

Gece bir ses geldi derinden, derinden

Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden?

manisi, Arabistan’da silah altındaki “Mehmet”ini düşünerek yavaş, yavaş fısıldarken kara gözlerinden üstüne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mahrumiyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhani bir şekil alıyor.

Artık dumanlı gözler, önümüzdeki örneğe bakmıyor, titreyen eller argaçların tellerini saymıyor. Kederli, fakat necip, usta fakat esrarengiz bir ruhun sevkiyle gelişi güzel argaçlar renk renk ilmikleniyor....

Ben bu levhayı böyle görüyorum.

Ey tatlı kokulu kır menekşeli, Ey karanlıklar içinde nur ağlayan mahzun yıldızı! Ey Ayşe kız! Sen bu nefis şaheseri nasıl meydana getirdin? Mektep, üstad görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vato ile imtihan meydanına girdin? Ve aynı şeref mevkiini kazandın? Bu feyz, bu istidat, bu zevk sana nereden geldi?...

Ey Ayşecikler!... Avrupa’nın zeka merkezlerindeki müzelerde sizin saf fakat üstün eserleriniz için ayrı ayrı salonlar, sergiler açıldı. Muhafızlar tayin edildi, Hüner- lerinizin inceliklerini, güzelliklerini anlamak için mütehas-sıslar zuhur ette. Bu ne kudret, bu ne feyizdir?!..

Siz yalnız usulüm ve emsalim haricindeki bir usta, bir ressam, bir mühendis, bir nakış değilsiniz. Türklüğün ruhundaki sağlamlık ve vakarı gösterecek manaları misalsiz nakışlarınızla, rumuzlu ilhamlarımızla izhar eden birer de şairsiniz. Onun için Anadolu halılarının bütün bir tarihimizi gösteren yiğitlik ahengini, mest edici anlamını İran ve Hint halılarında görmemem.

Ey Türk ili! Viranelerinin enkazıyla mamureler (şehir, kasaba) süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki, soğumuş küllerinde ateşler gizlidir. Baykuşlarından bülbül sedası gelir... Ey Türk kadını, ırkında ne hünerli bir feyz vardır ki, hem ölüme asker yetiştirir, hem ebediyete hüner eriştirirsin! Seni benden çok evvel takdir edenler, yine Vato gibi ressamların vatandaşları oldukları için beni affet!...

Budapeşte, 20 Nisan 1334(1914)

3. TERZİLİK

* Eski Gördes'te ünlü erkek terzileri kimlerdi?

* Bayan terzileri kimlerdi?

* Nakış ve dikiş kursları nasıl başladı?

Terzilik mesleği halâ mevcuttur. Ancak hazır giyimin çok yaygınlaşması dolayısıyla, müstakil çalışan terzi sayısı son derece azalmış ve iş hacimleri de küçülmüştür.

Eski Gördes'teki meşhur erkek terzileri arasında; Terzi Ziya Bey, Terzi Servet (Rahmetli Terzi Sadık'ın babası), Terzi Ahmet (Bağcı), Terzi Mehmet (Altan), Terzi Hasan (Kabasakal), Terzi Kemal (Yarenoğlu), Terzi Osman (Matara) vardı. Terzi Ziya Bey bayanlara da elbise dikerdi.

1920 ve 1930'lu yıllarda yaşlı bayan olarak iki mahalle terzisi vardı. Bunlar Terzi Emine Molla ve Avolanların Naciye Hanım idi ve " el makinesi ile dikiş " dikerlerdi. Sonraları İstanbul'dan gelen Terzi Zehra Hanım (Engin) ve talebesi Terzi Ayşe Altan (Büke) birinci sınıf terzi oldular. Ayşe hanım evlendiği 1940 yılına kadar terzi olarak çalışmıştır. Onun öğrencisi Terzi Mürüvvet Hanım (İlker) 1941'den itibaren onun yerini almış, birçok terzi yetiştirmiştir.

1934' den itibaren senede bir ay süreyle devletin düzenlediği ve hocaları dışarıdan gelen "nakış ve dikiş kursları" başlamıştı. O yıllarda dikiş makinesinin en meşhur markası "Singer" idi. "Ayaklı dikiş makinesi" ilk defa Terzi Ayşe Hanım tarafından kullanıldı. Bundan sonra devlet devamlı statüde, kızlar için biçki ve dikiş kursları veren "yurt " açtı. 1960'lı yıllardan sonra da "Akşam Sanat Okulu" bu sahada faaliyetlere katıldı.

4. MÜHÜR KAZICILIĞI

* Mühür kazıtmak ne demektir?

* Mühür nasıl bir şeydir?

* Kimler mühür kazırdı?

* Topal Hafız bu işe nasıl başladı?

Okur yazar olmayan insanlarımız resmi işlerinde imza atamadıkları, imza yerine ad ve soyadlarının, soyadı kanunundan önce aile lâkaplarının yer aldığı mühürler kullanırlardı. Bazen okur yazar olanlar eskiden resmi işlerinde mühür kullanmışlarsa, aynı resmi dairelerce yine mühür kullanması istendiğinden, mühür kullanmaya devam ederlerdi.

Mühür yaklaşık 0. 5 cm eninde ve 2. 5 cm. boyunda olur, dikdörtgen düz bir yüzeyine sivri bir "Tığ" ile isim kazılırdı. Arkasında 2 cm. kadar bir sapı vardır. Kazıma ve oyma işleminden önce mengenede yazı kazınacak yüzey, törpüyle düzleştirilir. Boş mühürü kazırken tutmak, sabitlemek için, ortadan yarılmış 4 cm çapında ve 25 cm. boyundaki kuru bir meşe ağacı alınır. Bir ucuna 5-6 cm. mesafeden hazırlanan bir oluktan iple birbirine bağlanır. Mühürün sapı bu ağaca kıstırılır ve sabit kalması için de arka kısmın arasına kama şeklinde bir tahta kıstırılır. Bundan sonra ucu sert ve sivri tığ ile ad kazınırdı. İlk zamanlar eski harfler kullanılırken, harf inkılâbından sonra yeni harflerle yazılmaya başlanmıştır.

Eski Gördes'te mühür kazma işini Alanyalı Bekir Efendi yapardı. Daha sonraları bu işi Birgivilerin Hafız Şevket de yapmaya başlamış. Topal Hafız veya Pulcu Topal Hafız olarak da tanınan bu şahıs, Çanakkale Harp malulü olup Bakkal Abdullah Bilgili'nin de babasıdır. Topal Hafız Eski Gördes'te bakkallık yapardı. Babası Müderris Abdullah Efendidir. Ödemiş'in Birgi kasabasından Gördes'e gelip yerleşmiş, Buradaki medreselerde talebe okutmuştur. Birgivî lâkabı buradan gelmektedir.

Topal Hafız'ın mühür kazımaya başlaması ilginç bir olay üzerine başlar. Bir gün 1932'de Alanyalı Bekir Efendiye mühür kazıtmak ister. Ancak fiyatta anlaşamadıklarından, öfkeyle dükkânına gelip daha önce yapılışını gördüğü işi dener. Başarılı da olunca bu işi yapmaya başlar ve meslek sahibi olur. Sonra bir gün gidip Alanyalı Bekir Efendiye hayır dua ettikten sonra "senin sayende meslek sahibi oldum" demiştir.

5.TESTİCİLİK (BARDAKÇILIK)

1930-1935'li yıllarda şehrin kuzey tarafında, Namazgâh yakınında bir bardakhane vardı. Sahibi Konyalı Bardakçı Mustafa Efendi idi. Özel bir çamurdan, dönen tahta bir tekerlek üzerinde şekil verilerek elde edilen bu bardaklar (desti) fırınlarda pişirilirdi. Bu işten para kazanan, kâr eden bu adamı Gördesliler "Kârhaneci Mustafa" diye tanırlardı. Bu tabir çok kâr eden anlamında kullanılmasına rağmen, bu lakaptan hoşlanmazdı. Onun vefatından çok sene sonra Gördesli Hasan Ali Efendi (Kıyıcıların) çay kenarında bir bardak, desti atelyesi açtı. Bu işten zengin oldukları için Gördesliler bu aileyi "Yeni Zenginler" diye anmaya başladı. Rahmetli Yeni Zenginin Kadri (Kıyıcı) onun oğludur. Günümüzde Kadri Kıyıcı'nın oğlu Hasan Ali Kıyıcı, zor şartlarda desticilik işini devam ettirmektedir.

6. BAKIRCILIK VE KALAYCILIK

O yıllarda geçerli mesleklerdendi. Plaka halindeki bakır işlenerek çanak, tas, tencere ve benzeri ev aygıtlarını imal ederler, sonra da kalaycılara kalaylatıp satışa sunarlardı. Bilhassa Ramazan öncesi evlerde bakır kaplar kalaylatılıp, Ramazana hazır hale getirilirdi. Meşhur kalaycı ve bakırcılar; Kalaycı Süleyman (Karagöz), Kalaycı Abdullah (Kalay) ile Bakırcı Bahçıvan Hakkı (Onat) idiler.

7. DEMİRCİLİK

Eski Gördes'te Hüseyni Baba türbesine doğru gidilirken sağ tarafta birkaç tane sıcak demirci vardı. Bunlardan birisi Dobanoğlu Osman Ağa (Kafadar) isimli yatly bir zat idi. Ayryca Dobanların Halil Ağa, Arap Bilal (Öğe) (Arap Hatice Hanımın babası) ve Hakkı Çakıcı da demircilik yapardı. Osman Ağanın tabanı sertleşmiş toprak olan geniş bir dükkânı vardı. Deriden yapılmış bir körük ile ateşe hava üflenerek ateş canlı ve kuvvetli tutulur. Bu ateşte kor haline getirilen demir örs üzerinde çekiçle dövülerek şekillendirilirdi. Yakıt olarak çam kömürü kullanılırdı. Burada çapa, kazma, nacak, balta, tırpan, satır, saban demiri imal edilirdi. Usta bir çırağı ile tempolu olarak demiri döverken, bir diğer çırak da körüğü çekerdi. Çekiçle örs üzerinde şekli tamamlanan alet sıcak haldeyken suya sokulur, buna "demire su verme" denirdi. Bu demirin suda kalma süresini usta tayin eder ki bir usta sırrıdır. Bu kalma süresine göre demir çelikleşirdi.

8. KAHVE DİBEKÇİLİĞİ (DÖVÜCÜLÜK)

Gördes'te Kahveci Süleyman Ağanın (İlker) dükkâ- nının alt tarafındaki küçük bir dükkânda Dövücünün Süleyman Ağa (Ağartıcı) faaliyet gösterirdi. Kahve dövmede kullanılan, yekpare mermerden yapılmış, içi 40 santim kadar derinlikte dikdörtgen bir aygıttır. İçine konan kavrulmuş kahve tahta bir tokmakla dövülerek toz haline getirildikten sonra küçük terazilerde tartılarak müşteriye satılırdı. Dibek kahvesi diğer kahvelere göre daha makbul idi. O zamanlarda Gördes'te çay bulunmadığı için kahve tüketimi daha çoktu. Bir adam birisinin kahvesini içerse artık onun hatırı kırılmaz, hürmet gösterilirdi. Kız görmeye gidenlere mutlaka kahve ikram edilirdi.

Evlerde ise, 15-20 santim uzunluğunda 7-8 santim çapında sarı pirinçten yapılmış, hemen her evde bulunan el değirmeni, kahve öğütmek için kullanılırdı. Kavrulmuş kahve el değirmeninin üst tarafındaki kapağı açılıp içine konur, kapatılır ve el değirmeninin sapı çevrilerek öğütülen kahve en alttaki haznede birikir.

9. TÜFEKÇİLİK VE KUNDAKÇILIK

Bu usta dükkânında av tüfeği, tabanca imal ederdi. O vefat edince oğlu Tüfekçi Hüsnü Usta (Çelen), ondan sonra Tüfekçi Abdullah Usta (Bilgin), o da ölünce rahmetli Tüfekçi Ahmet (Arat) usta oldu. Bu ustaların hepsi gayet güzel tabanca, çifte tüfek ve çiftelerin ceviz kundağını yaparlardı. Bunlar gramafon tamiri de yaparlar, işlerini de iyi bilirlerdi.

10. YAĞCILIK VE YAĞHANELER

* Halkın yağ ihtiyacı nasıl karşılanırdı?

* Yağ nasıl çıkarılırdı?

Gördes'te Kavakdibinde üç tane yağhane vardı. Buralarda susam ve haşhaş yağı üretilirdi. Bunlardan birinin sahibi Bayraktarların Mustafa Usta, Bayraktarların Fevzi (Şakçı) (Rahmetli Mustafa Hoşaf'ın kayın babası), diğeri ise Necip Usta idi. Gördes'te o zamanlar zeytin yoktu, dolayısıyla zeytin yağı pek az kullanılırdı. Ancak bugün pek az üretilen susam ve haşhaş, o zamanlarda bol üretilirdi. Herkesin tarlasında kış ihtiyacı için bir parça haşhaş bir parça da susam ekilirdi. Çuvallarla eve getirilen bu mahsuller, kışın yağ ihtiyacı olduğunda 5-10 kilo tenekelerle, dağarcıklarla, küçük torbalarla yağhaneye götürülür, yağı çıkarılırdı.

Yağhanelerde mengeneler vardır. İki büyük soba borusu kalınlığındaki demir üstünvare (silindir) yan yana gelir ve içeriye doğru dönerler. Bir depodan bunun ortasına azar azar susam akıtılır. İçeriye doğru döndüğünden arada sıkışan susam altına ezilmiş olarak geçer. Ezilmiş haldeki susam ya da haşhaş büyük tavalarda kavrulur ve sıcakken kıl torbalara doldurulur. Ağzı sıkıca bağlanan bu torbalar mengenenin presi altına konarak sıkılır. Çıkan yağ altındaki hazneye dolardı. Kavrulmanın faydası yağın daha kolay çıkması içindir. Çıkan yağ tenekelere doldurularak evlere götürülür. Kalan kısma Küspe denir ve hayvan yemi olarak kullanılır. Küspe yağhane sahibine kalırdı. Yağhaneciye bu hizmeti karşılığında ya para, ya da bir miktar yağ verilirdi.

Haşhaş yağının kendine has bir kokusu vardır ve pek makbul değildir. Ancak susam yağı bugünkü çiçek yağından çok daha kıymetli ve güzeldir. Özel hoş bir koku ve lezzeti olan susam yağı çok da faydalıdır. O zamanlarda ayçiçek yağı bilinmezdi. Bilhassa tatlılardan baklava ve saraylıda, kızartmalarda, hamur içi yemeklerde kullanılırdı.

11. HALLAÇLIK

* Hallaçlık nedir?

* Hallaçların Piri kimdir?

Yün ve pamuk gibi maddeleri kabartmak. yumuşatmak için kullanılan Yay şeklindeki bir aletle icra edilen iştir. Evlerde kullanılan yün yatak, minder, yastık ve yorganın zaman zaman yumuşatılması, kabartılması gerekti- ğinde kullanılırdı. Pamuk pek bilinmezdi. Halıcılık şehri olan Gördes'te halı dokunurken ilmiklerin uzun uçları makasla kırpılır. Buradan elde edilen kırpıntılar evde kalır ve adı geçen ev eşyaların da dolgu malzemesi olarak kullanılırdı. Kullanıla kullanıla bu yün kırpıntılar topaklaşır, ilk zamanki özelliğini kaybederdi ki, buna "bitmiş" denirdi. İşte bunlar eski hale getirmek için hallaca götürülürdü.

Hallacın atıcılık sporunda kullanılan yay gibi, ancak daha büyük bir yayı vardır. Bunun iki ucu arasına "Kiriş" adı verilen hayvan bağırsağından yapılan çok sağlam bir ip gerilir. Çok gergin olan ip bitmiş, topaklanmış haldeki yün ya da kırpıntı yüne değdirilirken, diğer yandan tahta bir tokmakla kirişe vurulur. Titreşen kiriş topaklanmış yün parçalarını gevşetir ve eski haline getirir. Buna "Hallaçlama" denirdi. Ayrıca keçecilerin kullandığı yün de önce hallaçlardan geçerek gelir. Bazen keçecilerin bu işi bizzat yaptıkları da olurdu. Eski Gördes'te birkaç tane hallaç vardı. Şimdi Gördes'te bu meslek kalmamıştır. Ancak gelip geçici gezici hallaçlar bazen uğrarlar.

Bazı mesleklerin piri vardır. Hallaçların piri de Hallacı Mansur'dur. Mesela, demircilerin piri Davut Peygamber, berberlerin piri ise peygamber efendimizin berberi Selman-ı Pak'dır. Bu zatın mezarı Maraş'tadır. .

12. MUTAFLIK

* Mutaflık nedir?

* Gördes’in tek mutafı kimdi?

Keçi kılı kullanılarak yapılan dokumacılığa mutaflık, bu işi yapana da mutaf denirdi. Gördes'te bu işi yapan bir dükkan vardı. Burada kıl çadır kumaşı, kıl çuval, kıl yaygı ve sergi, kıl heybe ve kıl yemlik imal edilirdi. Yörük ve Türkmenler'in kullandığı bu çadırların su geçirmediği söylenir. Söz konusu dükkanın sahibi Mutaf İbrahim Ethem Dede (Dokumacı) diye bilinen bir zatdı. Bu kişi aynı zamanda Rufai tarikatı şeyhi idi. Uzun saçlı, acayip kılıklı bu adam, herkesten hürmet görür, eli öpülürdü.

13. SEMERCİLİK

* Semer nelerden ve nasıl yapılır?

* Devenin de semeri olur mu?

Gördes ve civarı dağlık ve tepelik olup, yolları da inişli çıkışlıdır. Yollar şimdiki gibi düzgün olmadığı ve motorlu araç da pek bulunmadığından, nakliyecilik hayvanlarla yapılırdı. Bunun için eşek, beygir (at), nadiren de katır kullanılırdı. Bundan dolayı bu hayvanlar için semer ve nalbant gerekirdi.

Semer, hayvanın sırtına yük sarabilmek için ve insanın oturmasına da yarayan bir vasıtadır. O olmadan hayvana yük sarılamaz. Üzerinde Urgan denen kalın, sağlam ipin bağlanacağı yerleri vardır. Palan denen deri bir kayışla hayvanın karnına alttan bağlanır. Yük dengeli bir şekilde iki tarafına urganla sarılır. Semerin hayvanın sırt tarafına gelen alt tarafı, yara yapmasın diye keçeden yapılır. Üst tarafı ise deri ve ağaçtan yapılır. Ağaç olarak çınar kerestesi kullanılırdı. Semercinin dükkânında 3-5 ya da 5-10 tane küçüklü büyüklü hazır semerler bulunurdu. Hayvanın büyüklüğüne göre beygirler için ayrı, eşekler için ayrı semerler vardı. Uygun ebattaki semer seçilir, pazarlık yapılarak alınırdı.

Gördes'te 4-5 tane semerci vardı. Bunların en namlısı Seferberlik Galiçya gazisi Semerci Topal Süleyman Ağa adında topal, bir bacağı olmayan usta bir zattı. Diğer semerciler ise Semerci Emin Ağa (Taş), Semerci Ahmet (Serin), Semerci Hacı Lütfi idi.

O devirde taşımacılıkta kullanılan develerin de semeri olurdu. Ancak deve semerciliği Gördes'te yoktu. Akhisar ve Manisa gibi şehirlerden alınırdı. Zaten deve kervanlarıyla nakliyecilik yapan Gördesli yoktu. Hepsi başka şehirlerdendiler. Bunlar Gördes'e mal getirir, yük alır giderlerdi.

Balkan savaşından evvel, 1910'lu yıllarda katırcılar varmış. Tamamı Gördesli olan mal sahiplerinin 3-5 tane katırı olur. Bu katır katarlarıyla Akhisar-Gördes arasında hem mal, hem de insan taşımacılığı yaparlarmış.

14. NALBANTLIK

* Hayvanın burnu neden kıstırılır?

* Nal nasıl yapılır ve hayvan nasıl nallanır?

* Ünlü nalbantlar kimlerdi?

* Öküzü nallamak farklı mıdır?

* “Hem nalına, hem mıhına vurmak” ne demektir?

Tek tırnaklı at, eşek ve katır ile çift tırnaklı öküz gibi hayvanlar yük ve insan taşımacılığında bazıları çift sürmede kullanılırdı. Bu hayvanların tırnakları yük ve diğer ağır işlerde kullanılırken yıpranır, kanar ve yara olur. Bir de Eski Gördes'in taşlı yolları da düşünülürse konu ayrı bir önem kazanır. Bunun için Nal adı verilen, hayvanın tabanına uygun, kenarlarında Mıh denen köşeli, iri kafalı özel çivilerin geçeceği delikleri bulunan demir levhalar kullanılırdı. Nalları nalbantlar kendileri yaparlardı. Dükkanındaki uzun saplı, mekanik bir demir kesme makası ile 5 milimetre kalınlığındaki demir plaklardan nalı keser, kenarlarındaki pürüzleri örs üzerinde çekiçle vura vura düzeltirdi. Sahibi sık sık hayvanının ayağına bakar, nal düşmüş mü, eskimiş mi incelerdi. İhtiyaç halinde nalbanta götürür, nallattırırdı.

Nalbant, hayvanın tırnaklarını evvelâ özel bir bıçakla keser. Hayvanın tırnağına göre hazırlanmış nallar, mıh denen çivilerle hayvanın etine değmeyecek ve ucu tırnağın yanlarından iıkacak şekilde çakılır. Bu uçlar kerpedenle kesilir ve üstüne çekiçle vurularak perçinlenirdi. Nalbanta çırağı hayvanın ayağını tutarak yardım eder. Eşek, beygir ve katır genellikle uysaldırlar ve anlatıldığı şekilde nallanırlar. Ancak bazı hayvanlar huysuz ve ürkektir. Bunların nallanması da zor olur. O zaman iki tane 40-50 santimlik sopanın birer uçları birbirine bağlanır. Hayvanın burnu bununla kıstırılarak sıkıca bağlanır. Burnunun acısından ayağını unutan hayvan ayağını unutur ve uslanır.

Namlı nalbantlardan Nalbant Arap İsmail Ağa nalbantların en yaşlısıydı. Nalbant Ali (Evirgen), Nalbant Rafet (Akıcı), Nalbant Halil (Uyanık), Nalbant İsmail (Uyanık) Gördes'in nalbantları idiler.

Eşek, beygir ve katırın nallanması nispeten kolaydır. Bir de öküzün nallanması vardır ki, oldukça zordur ve maharet ister. Öküzün çift tırnağı vardır. Diğer hayvanlar gibi ayağı tutularak nallanamaz. Nalbantın bu iş için ayrı bir yeri vardır. Önce özel urganlarla öküzün ayakları bağlanarak yere yıkılır. Ön ve arka ayakları birbirine bağlanmış hayvanın sırtı yerde iken, ayaklarının arasında bir sırık geçirilir. Bu sırık da yukarıdaki bir kiriş ya da kancaya bağlanır. Öküzün ayakları yukarıda olduğundan hiç kıpırdayamaz. Nalbant da rahatlıkla nalını çakar. Burada kullanılan nallar da özeldir. Bir ayağa iki yarım nal çakılır. Gerekirse nallama esnasında bir kişi hayvanın başını tutar. Zorluğu sebebiyle nallama ücreti biraz daha fazladır.

Türkçe’mizde "hem nalına, hem mıhına vurmak" diye bir tabir vardır. Nalbant mıhı çakarken nalın iyi oturması için arada bir nalın ortasına vurur. Dilimize yerleşen bu tabir, konuşmalarda iki manaya gelen, çekildiği tarafa göre farklı anlaşılan söz ve konularda kullanılır. Bu durumda, “hem nalına, hem mıhına vurdu” denir.

15. SARAÇLIK

Gördes’te Saraç Hakkı (Atıcı ) adında bir tane saraç vardı. Nakliyede kullanılan at, eşek, katır ve öküz gibi hayvanların genellikle deriden yapılan yular ve diğer koşum takımlarına ihtiyaç vardır. İşte saraç bunları deriden imal eden sanatkârdır. Bunlar nadiren mutaflarca keçi kılından da yapılırsa da, deriden yapılanlar daha sağlam olur. O zamanlar Gördes şehir yollarının uygun olmamasından dolayı, at arabası yoktu. Sonradan görülen at arabalarının koşum takımları farklıdır.

16. TABAKLIK (DERİCİLİK)

* Kayacık sahtiyanı neydi?

*Kırmızı meşin, Paralar peşin sözünün anlattığı neydi?

* Ünlü dericiler kimlerdi?

Gördes'te küçük hacimli de olsa dericilik de vardır. Arapça'da derici anlamına gelen "Dabbağ", Türkçe'ye "Tabak" olarak geçmiştir. Dana derisinden Uskar (ayakkabı derisi) ve Kösele, keçi derisinden Sahtiyan (Kırmızı meşin) ve glase, koyun derisinden ise Meşin (ayakkabı astarı) ve Gocuk yapılırdı. Ham deri ıslatılıp, yumuşatıldıktan sonra bir tahtaya kenarlarından çakıldıktan sonra tüyleri kazınırdı. Derinin terbiyesinde palamut ve ilginçtir, köpek pisliği kullanılması Yeni Gördes'e taşınılıncaya kadar devam etmiştir. Zaten bu tarihten sonra da bu mesleği yapan kalmamıştır.

Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde Kayacık'ta keçi derisinden imâl edilen Kırmızı Meşinin (Kayacık Sahtiyanı), o zamanlar dünyaca meşhur Mısır'ın İskenderiye sahtiyanlarından daha üstün olduğunu bildirmektedir. Nitekim o günlerden bu günlere, halk arasında, özellikle bölgemizde kullanılan "Kırmızı meşin, Paralar peşin" deyimi, Kayacık- taki bu canlı ve istikrarlı ticari hayatı simgelemektedir (A-9).

Eski Gördes'te bu itle udratanlar; Tabak Kadir, Kulaksızların Mustafa (Kurt) (Rahmetli Kahveci Cevdet Kurt'un babasıdır), Tabak Mehmet (Tabak), Tabak Mehmet (Bağcı). Hepsinin ayrı ayrı iptidai küçük birer tabakhaneleri vardı. Ürettikleri derileri ise, semercilere ve ayakkabıcılara satarlardı.

17. KEÇECİLİK

* Keçe neden ve nasıl yapılır, Nerelerde kullanılırdı?

* “Teptim keçe oldu, Sıktım külah oldu” sözü nereden gelir?

* Rum erkeklerin şapkaları nasıldı?

* Osmanlıya fes ne zaman ve nasıl geldi?

* Türk erkeklerin günlük kıyafeti nasıldı?

* Ceket ve pantolon ne zaman geldi?

Gördes'te kaybolan mesleklerden birisi de keçeciliktir. Keçecilik Türk toplum hayatında büyük rol oynamış mesleklerden biridir ve uzun bir tarihi vardır. 1930'lu yıllarda Gördes’te 3-4 tane keçeci vardı. Keçenin ham maddesi tamamen yün ve yapağıdır. Keçecinin yanında muhakkak bir çırağının olması lâzımdır. Çünkü keçe iki kişinin çabasıyla imal edilebilir.

Keçeci dükkanında alet olarak sadece özel yapılmış sağlam büyükçe bir hasır bulunurdu. Keçeci yukarıda anlatıldığı gibi, hallaçlık da yapabilirdi. Ama daha çok atılmış yünü, hallaçlardan hazır olarak alır, bunun üzerinde çalışırlardı. Keçecinin imal ettiği malların başında evlerde kilim ve halı niyetine kullanılan"yaygı" ve "sergi" ler gelirdi. Yaklaşık bir parmak kalınlığında ve muhtelif büyüklüklerdeki bu yaygılar, evlerin tabanlarına serilirdi.

Keçenin yapılışı şöyledir: Önce hasır yere serilir, atılmış yün bunun üzerine eşit miktar ve kalınlıkta yayılır. Kabarmış yün bazen bir, bazen iki karış kalınlıktadır. Hasır bir ucundan başlanarak yünle birlikte sıkıca yuvarlanarak sarılır. Bir hayli kalın hale gelen rulonun iki ucu sıkıca bağlanır. Silindir şeklindeki bu malzemenin başına usta ile çırak geçer, varsa bir kişi daha yardım eder. Sol ayakları yerde olacak şekilde hem tekmelemeye, hem de yavaş yavaş yuvarlamaya başlarlar. İki ya da üç kişinin aynı anda tekmelemeleri için usta, "hıh, hıh, hıh" diye tempo tutar. Akşama kadar malzemeyi tekmeler ve yuvarlarlar. İnceldikçe bağlarını sıkılarlar. Usta, yünün keçe haline geldiği zamanı kalınlığına bakarak anlar. Bağları çözüp açtıkları zaman ortaya kocaman bir keçe çıkar. Usta, beyaz ham yünü yere sermeden önce kırmızı, mavi ve yeşile boyanmış yünleri yerleştirerek keçenin desenini, süsünü hazırlar. Süsler bazen yeşil selvidir, bazan bir çiçektir. Keçenin yapımı bitip ipleri açıldığında desenleri, süsleri artık hazır haldedir.

Keçecinin imal ettiği bir diğer mamul de "Çoban kepeneği"dir. Kepenek bir tür çoban giysisidir. Kolu yoktur. Dibi yukarıda köşeleri kapalı ve omuzlara gelen, bir tarafı boyunca ortadan açık, uzun bir keçe çuval şeklinde tasavvur edilebilir. Üst arkasında yine keçeden bir külahı vardır. Bu da özel bir hasırla çobanın boyuna uygun olarak yapılır. Küçüğü, büyüğü, darı genişi vardır. Her çobanın bir kepeneği mutlaka vardır. Hem yatak, hem de yorgan vazifesi görür. Kar ve yağmur içindeki çobanı etkilemez. İçinde rahatlıkla yatar uyur.

Keçecilerin yaptığı bir eşya da "Keçe külâh"tır. Bu bir nevi başlıktır. Umumiyetle ya mor koyunların tabii yününden yapılır, ya da boyanır. Osmanlı Devleti zamanında festen evvel, Gördes dahil her yerde keçe külah giyilirmiş. Aynı dönemlerde bütün memurlar, ulema ve din hocaları kavuk giyerlermiş. Memurların vazife ve mevkilerine göre kavukların şekli değişirmiş. Ulemanın, medrese hocalarının, talebelerin, müdürlerin, kadıların kavukları farklı farklı imiş.

Şapka inkılabına kadar Gördesliler de fes ve kalpak giyerlerdi. Ancak az sayıda keçe külah giyenler de vardı. Özellikle köylüler köyünde, tarlasına ve bağına giderken külâh giyerlerdi. Keçe külah yün olduğundan sıcak tutar. Fes pahalı ve kalıbı kolay bozulduğu için köylülerce giyilmezdi. Keçe külâh ucuzdu. Çünkü köylü hayvanının yününü keçeciye götürür, ucuza külâh yaptırırdı. Şapka inkılâbından sonra da bir süre külâh giyilmeye devam etmiştir.

Külâhın Osmanlı Türklerinde mühim bir yeri vardır. "Teptim keçe oldu, Sıktım külâh oldu" lafı da, "Hem nalına, hem mıhına vurmak" gibi sık kullanılan bir tabirdi. Okumuşlar, daha kibar bulduklarından, külaha “ Arakiyye” derlerdi. Ancak halk keçe külâh derdi.

Osmanlı zamanında gayrimüslim Rum erkekler külâh ya da fes giymezler, Kasket ya da Fötr şapka giyerlerdi. Şapka inkılabında halkın şapka giymeye isteksizliğinin sebebi budur. Rumları görmüş tanımış halk, fötr ve kasket şapka giydiğinde şeklen onlardan bir farkının kalmayacağını görmüş ve konuya sıcak bakmamıştır. Gördesli Türk, Rum'u daha uzakta iken şapkasıyla tanıyordu. Gördeslinin bu duygusunun sebebi inkılâplara karşı çıkmak değil, gayrimüslim Rumlara benzememek idi. Genç kuşakların bunları bilmesi lazımdır.

Burada fesin tarihinden de kısaca bahsedelim. Fes Türklere has bir şapka türü değildir. Osmanlılardan önce Doğu Roma, Adalar, Yunanistan ve Kuzey Afrika memleket- lerinde giyilmiştir. Sultan 2. Mahmut zamanında Mehmet Hüsrev Paşa adındaki bir Kaptanı Derya (Donanma Komutanı) Tunus ve Fas'a gittiğinde, orada halk ve askerlerin fes giydiğini görmüş. Kırmızı renkteki, hafif ve güzel olan bu şapkalar hoşuna gitmiş ve evvela donanmadaki askerlerine giydirmiştir. Bu zat bir zaman sonra Serasker, yani bugünkü Genel Kurmay Başkanı ya da Millî Savunma Bakanı olur, 1820-1825 yıllarına rastlayan bu dönemde, İzmir'de Donanma Nizamiye Askeri diye bir teşkilat kurdurur ve bunlara da fes giydirir. Bir tabur eğitimli fesli askeri İstanbul'a gönderir ve 2. Mahmut'un huzurunda resmi geçit yaptırır. Bu Padişahın hoşuna gider ve 1825'de bir ferman çıkarılarak keçe külah ve kavuk kaldırılıp fese geçilir. Geleneksel kıyafet ve alışkanlıklardan vazgeçmek kolay değildir. Tepkiler olmuştur. Ulema sınıfı güçlü olduğundan, onlara biraz daha tolerans gösterilmiştir. Şehir ve kasabalarda resmi kişiler fese geçmiş, ancak köylerde keçe külâh devam etmiştir. İlk zamanlar Tunus'tan 50 bin fes getirilmiş ve ucuz fiyatla satılmıştır. Sonra bir süre Avusturya'ya yaptırılmıştır.

2. Mahmut keçe külâhı eskiden de sevmezmiş. Bu şapka arayışları sırasında Avrupa'dan değişik numuneler getirilmiş, üzerinde düşünülmüştür. Bunların içinde bugünkü kasket şapka, namaz kılarken engel olur, diye kabul edilmemiştir. Bu dönemlerdeki kıyafet örneklerini İstanbul Topkapı Müzesi Silahhane bölümünde görmek mümkündür.

18. HELVACILIK VE FIRINCILIK

*Helvacılık ve Fırıncılık neden revaçta idi?

* Tütün tarlasında işçiye helva ikramı.

* Ünlü helvacılar kimlerdi?

Helvacılar da fırıncılar gibi, yarı lokanta görevini görürlerdi. Pazara gelen köylü, ya 5 kuruşla helvacılarda helva ekmek yer ya da fırınlarda güveç ekmek ile karnını doyururdu. Bu günkü gibi her gün çarşıdan hazır ekmek alma usulü yoktu. Ekmek evlerde yapılırdı. Tarladan ya da çarşıdan alınan buğday, değirmende un yaptırılır, hamur yoğrulur, hamur bezlerinin içinde minetlerle evin erkeği tarafından fırına götürülürdü. Pişirilen bu ekmekler aileye en az bir hafta yeterdi. Ekmekler kolay kolay bayatlamazdı. Fırıncıya pişirme bedeli olarak para ya da bir parça ekmek verilirdi. Bunun dışında fırınlarda fırancala tipi yuvarlak ekmek yapılırdı. Has undan ve normal maya dan olurdu. Suni maya kullanılmadığı için, tadı, kokusu ve lezzeti bir başka idi. Bu tür ekmekleri fırıncılar az miktarda da olsa çıkarır satarlardı. Pazara gelen köylü evine dönerken ailesine hediye olarak bu ekmekten (pazar ekmeği) götürürdü. Çünkü, yedikleri ya arpa ya da çavdar ekmeği idi. Pazar ekmeğinin başında köylü çocukları bayram ederdi. Bugünkü pasta gibiydi ve birer parça yenirdi. 1949'da Gördes'te 2 lokanta ve 5 fırın vardı. bu fırınlarda üretim şekli bugünkü gibi modern makine ve teçhizatla yapılmazdı. Ancak bazı yönlerden belki günümüze göre daha sağlıklı (hijyenik) bir ortamda ekmek üretilirdi. Fırıncı Hacı Ahmet Özkan ve oğullarının hatıralarından öğrendiğimize göre, fırınında hamur elle yoğrulurdu. Birisi bu işi yaparken, bir diğer kişi, hamura ter damlamasın diye terini silmek için başında beklerdi.

Eski Gördes'teki ünlü fırıncılar; Ekmekçi Hacı Ahmet ve oğlu Ekmekçi Mustafa (Özkan), Ekmekçi Hüseyin ve oğlu Ekmekçi Abdullah (Ekmekçi ),Fırıncı Faruk (Yabaş ), Fırıncı İbrahim (Evirgen), Ekmekçi Arif (Biletçi Mehmet Öztop'un kayın babası).

Gördes malum tütüncü memleketidir. Tütün dikmeye başlandığı veya bitirildiği zaman, çapa başlangıcı ve bitişinde, kırmaya başlandığı veya bitirilişinde ameleye (işçiye) moral vermek, mükâfatlandırmak maksadıyla, ağa (tarla sahibi) bir teneke köpük helva veya tahin helva getirir, amelelerine dağıtırdı. "Ağa bize helva getirdi " diye bayram edilirdi. Bu ikram onlara moral vermek ve emeğini helal ettirmek içindi. Çünkü tütüncülük zor ve zahmetli bir iştir.

Eski Gördes'in bilinen en meşhur helvacıları; Hıdırların Helvacı Hacı Ahmet ve oğlu Mustafa (Uğur), Helvacı Hüseyin (Uğur), Helvacı Hacı Hafız Ahmet ve oğlu Hacı Eyüp (İpek), Helvacı Halil (İpek), Helvacı Emin (Çivi), Helvacı Yusuf (Şahin), ve Yeni Gördes'te Helvacı Mesut (Aydın) idi. Bugün yeni Gördes'te 2 helvacı kalmış, bunların da ancak biri imalat yapmaktadır. Fırıncıların yarı lokanta özelliği de artık yoktur. Ancak bilinen diğer nitelikleri devam etmektedir.

19. LEBLEBİCİLİK

* Leblebi neden ve nasıl yapılır?

* Leblebinin çeşitleri nelerdir?

* Gördes badem şekerinin farkı nedir?

O tarihlerde yaklaşık 8-10 tane leblebici vardı. Tabii ki bunun sebebi leblebi tüketiminin ve talebinin fazla olmasıydı. Gördes pazarına gelen köylüler -ki o zaman 100'den fazla köyü vardı- köye dönerken çocuklarına helva, pazar ekmeği ve leblebi götürürlerdi. Leblebici Hafız Ahmet (Sıtkı Babayiğit'in babası), Leblebici İsmail (Babayiğit), Leblebici Osman (Babayiğit), Leblebici Hacı Mehmet ve oğulları Murtaza ile ağabeyi Ahmet (Ünal) meşhur, iyi leblebi yapan, çoğu hacı zatlardı. Şimdilerde Gördes'te leblebici de kalmadı. Bunların genellikle genişçe dükkanları vardı. Kiminin dükkanı sadece satış yeri iken, bazılarının ön tarafı satış, arka tarafı imalathane idi. İmalathane ortada etrafı taş ve çamurdan yapılmış bir duvarla çevrili yapının ortasında 80-100 santim çapında, altında ateş yanan, üzerinde korkulukları bulunan bakır tavadan müteşekkil bir sistem idi. Nohutu ıslatma ve elemek için gözer veya kalbur denen elekler vardı. Bu aletler kullanılarak günlük leblebi imal edilirdi. Leblebi nohuttan imal edilir. Ancak her nohuttan da leblebi olmaz nohutun özel bir türü kullanılırdı. Leblebici bunu, hatta tarlasını bile bilirdi.

Nohut önce bu bakır tavada ıslatılır, ardından hafif kavrulur ki, bu dönemde kabukları pul pul ayrılır. Gözer denen elekten elenerek ve savrularak kabuklarından temiz- lenir. Bundan sonra yine özel bir muamele görür ve kabarır. Dikkat edilirse leblebi nohuta göre daha iridir. Leblebinin normal, çifte kavrulmuş, tuzlu türleri ile leblebi unu üretilir. Leblebi çok sevilir ve her evde kapaklı sahan ve çömlek içinde yarım kilo, bir kilo kadar bulunurdu. Kuru üzümle, özellikle karaüzüm kurusuyla yenmesi çok güzel olurdu. Gördes dışına satış olur muydu pek bilinmiyor.

Leblebicilerin bir diğer önemli işleri de Leblebi şeker ve Badem şekerdir. Leblebi şeker leblebinin üzerinin birkaç milimetrelik şekerle kaplanmasıyla yapılırdı. Bu nişaşta ve şekerle, ıslatılmış leblebi kullanılarak elde edilir. Şeker leblebinin üzerine adeta kabuk gibi bağlanır.

Fakat Gördes için asıl meşhur olan "Badem şekerdir. Gördes malum badem ve ceviz memleketidir. Bademin içi alınır ve kavrulur. Kavrulurken suyla hafif tavlanır ve üzerine pudra şekeri ekmek suretiyle devamlı karıştırılır. Aynı zamanda kullanılan nişasta şekere yumuşaklık verir. Sonunda bademin üstü bir iki milimetre kadar şekerle kaplanır ve badem şeker ortaya çıkar. Manisa ya da İzmir'de imal edilen badem şekerlerin üzerindeki şeker sert ve çıtır olur. Gördes imalatı olanlar ise daha yumuşak ve lezzetli idi. Herkesin çok sevdiği ve bolca yediği bir çerez idi. Karşılıklı giden nişan tepsilerinin biri mutlaka badem şeker ile dolu olurdu.
0 Responses