iskilip el sanatları
İskilip'te el ve sanat



Kayıp zamanın ustaları...

Çevresindeki tepelerden kil tabletler gibi görünen evleriyle bir eski zaman tablosunu andırıyor İskilip. Küreselleşme fırtınasının yerel kıymetleri silip süpürdüğü şimdiki zamanda, Çorum'a bağlı bu kasabada semerciler, sepetçiler, ayakkabıcılar, bakırcılar ve hallaçlar son demlerini yaşıyor.



Gezginlerin çoğuna "resim kent" dedirten olağanüstü bir doğaya sahiptir İskilip. Bedri Rahmi Eyuboğlu onu şöyle anlatıyor: "Dağlar şehrin içerisinde, ortasında. Tramvay, caddesinden geçer gibi, mahalle bekçileri gibi şehrin senlisi benlisi olmuşlar." Üretimle yerleşimin iç içe geçtiği tarihi İskilip'te, mutaflar aynı adlı semtte, debbağlar Tabakhane Mahallesi'nde yaşardı. Geleneksel mimari bugün de varlığını sürdürüyor.



Kayıp zamanın ustaları...

Semer ustalarının hepsi yaşlı. Gençler motorlu araçlar yaygınlaştığı için artık bu işe heves etmiyorlar. Hüseyin Kaygusuz, 1947'den beri semercilik yapıyor. "Bizim iş saatçilikten ince" diyor. "Hayvanın bedenini, kımranışını, dengesini bilmen gerekir."



Gönderdeki bahşiş


İskilip'in Alevi köylerindeki düğünlerde bayraktara sorular soruluyor. Bayraktarın yanıtı doğruysa bahşiş olarak bir tavuk veriliyor. Hediye edilen tavuk bayrakla birlikte göndere çekiliyor. Köylüleri bu töreden vazgeçirmek için geçtiğimiz yıllarda öğretmenlere, "köylüleri aydınlatın" diyen bir yazı gelmiş. Artık çoğunlukla tavuğun yerine elma, portakal gibi yine uğuruna inanılan meyveler göndere çekiliyor.



Ayakkabıcılık


İskilip'te ayakkabı üretimi, deri işleme atölyelerine bağlı olarak gelişmiş. 1840'ta ilçedeki Tabakhane Mahallesi'nde çoğunlukla ayakkabıcılara çalışan 35 deri atölyesi vardı. Ayakkabıcılık bugün, hem küçük atölyelerde, hem de fabrikalarda sürüyor.



Bakır farkı

Kalaycılık Anadolu'nun birçiok yerinde ya tamamen silindi, ya da seyyar yapılan işlerden birine dönüştü. İskilip'in tek kalaycısı Bahattin Okumuş diyor ki: "Eskiden bir kısmımız köylere giderdik, bir kısmımız buradaki işlere yetmeye çalışırdık. Şimdi bakırda yemek pişirmeyi fark sayan bazı aşçılar dışında bakırı kullanan yok."



Sepetçilik

Gür ormanlarla çevrili ilçede sepetçilik en önemli el sanatlarından biri. İskilip'in eski mimarisinin izlerini de taşıyan Sepetçiler Arastası'nda yapılan sepetler evde, mutfakta, besicilikte ve tarımda kullanılıyor.

Güz seherinde, camdaki ışığa tırmanan yabanarısının sesiyle akıyor Kızılırmak. Kekre kokuyor ova. Biçilmiş buğday, arpa ve çavdar tarlalarının yatışmış kırmızı toprağı kekre. Çayırların üst yanında meşe ormanları uzanıyor. Tan vakti yavruağzı olan bulutlar Anadolu'nun akkorunda ağardı, köpüklendi.



Kıyıya bitişmiş yayvan sırtı kuzeye doğru aşınca, İs-kilip'in dış mahalleleri görünüyor. Buraya Çorum'dan bir saatte, çok düzgün bir yoldan da gidilebiliyor. Ama ben Kızılırmak'm vadilerini görerek gitmeyi seçtim.



Baktıkça derinleşen bir tablo... Tirşe, kehribar, vişneçürüğü ve mavi döne dolana rüzgârla... 1849'da buraya gelen gezgin Tschihatscheff�in dediklerini gel de yineleme: "Tepeyi aşınca iniverdiğimiz dar vadide resim gibi uzanan bir kent çıktı karşımıza. Meyve ve asma bahçelerinin taze yeşiliyle kuşatılmış bu kent İskilip'tir."



Bazı güzellikler öyle dillere destan değildir ama kendine özgüdür. İskilip'e kendine özgülüğünü sağlayan, insana ilk etki eden dinlendirici sükûnetidir.



Kimsenin acelesi yoktur. Her iş bekleyebilir. Her merhaba, bir öncekinin üstüne gelir, unutulmamış bir öncekinin. Demirci, dövdüğü erzenin (kapılarda kilidin takıldığı dövme halkalar) hangi kapıda nasıl duracağını hayal eder. Böyle kilitlenen kapıların kalmadığını bilir de gene hayal eder. Nalbantın işi azdır, atın yaşıyla, sağlığıyla, keyfiyle ilgilenir. Bir zamanlar kasabanın bayramlarda topluca namaz kıldığı Namazgâh, şimdi çay bahçesi; hiç kimsenin sesi söğütlerin altındaki fıskiyenin sesinden daha yüksek değildir.



Kasabanın günlük yaşamının mekânlarından başınızı kaldırdığınız an, küçük ama gönül çelen dağlarla yüzleşirsiniz. İskilip'in doğasını, ülkemizin resim sanatını şekillendiren ustalardan birinin, 1942'de devlet sanatçısı olarak buraya gelen Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun bakışından görelim:



"Memlekete girerken aklımı oynatacaktım ağabey. Resim için bundan daha harikulade bir yer düşünemezdim. Tam arayıp da bulamadığım dağlar. Dağlar şehrin içerisinde, ortasında, nasıl anlatayım. Tramvay, caddesinden geçer gibi, mahalle bekçileri gibi şehrin senlisi benlisi olmuşlar. Adım başı yeni bir ışığa kavuşan sırtlar, kayalar tabak gibi. Bir dağ parçası, birkaç dakika sonra korkunç bir çukurun içinde kaybolmaya başlıyor. Öteden bir karanlık leke içerisinden dağlar fışkırıyor. Dağlar şaha kalkıyor, dağlar doğuruyor. Sonra şehir, dağların yonttuğu şehir, dere boylarına salkım saçak sıralanan ortaçağ evleri, dağ manastırlarından fırlamış siyah elbiseli, ağırbaşlı, hırçın yüzlü adamlar. Bunların yanında rengârenk köylü demetleri ve damdan düşercesine patavatsız bir yağmur, bir sel, bir afet. Arkasından mor salkımlı bir sürü bulut ve bütün haşmetiyle Ramazan topu, davul ve zurna. İskilip'e derhal vurulmamaya imkân yok."



Anadolu'nun küçük kasabalarını tanımak, "kendi yağıyla kavrulmak" deyişinin, bir utku ve direniş olduğunu görmenin ilk adımı demektir.



Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bir olay, bugün bile heyecanlandırıcılığını koruyor: 1931 Eylül'ünün başlarında bir akşam, Çorum İskilip yolu üzerinde koyunlarını otaran çoban, art arda geçen otomobillere bakıyor. Araçlardan biri yanında duruyor. Daha onlar bir şey demeden, çoban, "Tayyareye mi geldiniz" diye soruyor. "Evet" diyor arabadaki iyi giyimli adamlardan biri. Çoban, "kuştan gayrisi gökte nasıl uçar" diye sormayı geçiriyor aklından, ama yapamıyor. Fakat, sanki ahbaplarıyla kavilleşir gibi, "efendi ağa" diyor, "yarın, ücreti neyse bicimcik nafakamdan verip davarın başına birini koyup ben de gelecem tayyareye bakmaya. Yoğsa büküntü (karın ağrısı) tutar."



Cumhuriyet kadroları, 1920'li yıllarda, uçak eksiğinin giderilmesini de içeren bir dizi kampanya başlatmıştır. İskilip ve köylüleri birkaç yıl uğraşarak ve neredeyse her şeyden kısarak; "muhtaç köylülere tohumluk olarak ödünç tevzi olunan zahire parası da ilave olunmak suretiyle" para toplamış ve bir uçak alarak Türkiye Tayyare Cemiyeti'ne (bugünkü THK) bağışlamışlar. Uçak hayli zaman önce alınmıştır ama ad koyma merasimi için İskilip'in tarlalarına yeni inmiştir. Ertesi sabah İskilip'in caddeleri, yolları insan almaz hale gelmiştir. Nihayet, kalabalığın hayalini durduracak devasa makinenin üstü açılır. Ve bunca çabanın, beklemenin karşılığı okunur: İSKİLİP VE KÖYLÜLERİ.



Köylü milleti semerden, kaltaktan vazgeçti. Neslimiz tükeniyor emme iyi olmuyor. Köylü giderek fakirleşiyor.



İskilip'te davul ve zurna yalnızca evlilik ve sünnet düğünlerinde halay için çalınmıyor. Düğün sahiplerinin seçtikleri yakın ya da itibarlı evlere "davetiye" olarak da dolaşıyorlar.



"Para saçma", İskilip'te kullanılan bir deyim. Düğün yemeğinden sonra damat babası ve akrabaları eğer zenginse davetlilerin üzerine avuçlar dolusu para saçıyorlar. Bunu başka davetliler izliyor. Metal para bazen küçük yaralanmalara bile neden oluyor. Zengin olmayanlarsa şeker saçıyorlar.

Anadolu'yu anlamak, bir bakıma tarihin büyük direngenliğini anlamaktır. Bu direniş yalnızca, savaşta ve askeri alanda değildir. Bu onun üretiminin, kavrayışının görülmeyen, gösterilmeyen yüzündedir. Her şeyin tek bir renge bürünmesinin istendiği bir çağda, Anadolu zanaatçısı, kendi yaratıcılığını, buluşlarını, göz nurunda ve alın terinde toplanmış deney birikimini korumak için akıl almaz bir sabırla direniyor. Dünya "büyük modernleşme" yaşanıyor diyebilir. Ama Anadolu zanaatçısı sanki "bizim gereksinmelerimiz, dünyanın gösterdiği yerde değil henüz" diyor. Emek harcanmamış, sindirilmemiş bir modernlik bizim üstümüzde durmaz, kayar, bizi düşürüp ezer, demek ister gibi yapıyor işini.



Şaban Balcı'yla İskilip'in arastalarını, çarşılarını geziyoruz. Leblebiciler, mutaflar, (kıl örmecileri) ayakkabıcılar, sepetçiler, semerciler arastaları; demirciler, bakırcılar, salliciler (ahşap eşya yapımcıları) çarşısı.



Hüseyin Kaygusuz, bir ayağı dükkânın içinde, öbürü dışarıda bir semerin üstüne abanmış bastıra bastıra dikiyor. "1947'den beri bu işi yapıyorum. Sen o zamanlar görmeliydin, bu sokak silme semerdi. Kolonlu çınarlar gibi göğe yükselirdi. Benim çıraklığımda, biz ustayı örnek alırdık. Ustamız da ustaların ustasını. Ona 'pir' denirdi. O zamanlar pir, Abuzer Gaffar'dı."



Terini silmek için dineliyor. Çukur tahtaya gerdiği telise teyel atıyor. "Bu iş saatçilikten incedir. Hayvan bedenini, kımranışını (hareketini), dengeyi bilmek lazım. Şimdi, ayda beş yeni semer ancak yapıyoruz. Köylü milleti, semerden, kaltaktan (eyerin ahşap kısmı) vazgeçti. Neslimiz tükeniyor. Emme iyi olmuyor. Köylü giderek fakirleşiyor. Mazot, benzin ona göre olmaktan çıkıyor. Hem semeri kaybedecek, hem de motoru."



Ahmet Küyük'le Ayakkabıcılar Arastası'nda konuşuyoruz. "Kasabamız ayakkabıcılığın eski merkezlerinden biridir. Bu yalnız üretim anlamında değil, ayakkabı kültüründe de böyledir. Örneğin bizde ev ayakkabısı -terlik değil- geleneği vardır. Bu ayakkabının içi ayrıca işlenir."


Kırsal alanda yaşanan değişim, Anadolu'yu elektronik araç gereç üreten ve satanlar için ciddi bir pazar haline getirdi. Dolmuş durağındaki markaların çokluğu bunun bir göstergesi.

Halk takviminde salı gününe "deri günü" deniyor. Bu simgeler o dönemin yaşantısının bugüne çıkan izleri.

İskilip'te derinin işlenmesinin tarihi hem İstanbul gibi merkezlerdeki tüccarlarla Anadolu arasındaki alışverişin, hem de hayvancılığa bağlı diğer işlerin tarihini gösterir. İstanbul tüccarı, tarihin kritik dönemlerinde mal saklamakla para kazanmaya meyletmiştir. Oysa İskilip gibi yerler, önce kendi gereksinimini giderip fazlasını, buranın deyimiyle "doruğu" pazara göndermektedir. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına dek, İskilip'te kendine yetme, aslında sanılandan daha renklidir. Örneğin halk takviminde salı gününe "deri günü" deniyor. Bu simgeler o dönemin yaşantısının bugüne çıkan izleri bir anlamda. Sıkıcı olmayı göze alarak, şimdi size basit bir üretim dizgesi vermek istiyorum:

Kasap koyunu kesiyor. Bu etle birlikte deri, yün ve içyağı demektir. Tabakhaneler ham deriyi işliyorlar ve bu süreç, deriyi eşyaya ve satıma hazırlayan dericilerde bitiyor. Kasap koyunu kesiyor, içyağı sabunculara gidiyor. Tabakhaneler, yünü mutaflara gönderiyor, orada keçe ve benzeri eşyaya dönüşüyor. Yünün öteki kısmı, kazılhanelerde ip, çuval vb. oluyor, ipin ince dokumaya uygun olanı ise bezcilerin tezgâhına gidiyor.



İskilip sokaklarında yaygınlıkla görülen ulaşım araçları, bölgede "sepetli motor" denilen triportörler (yukarıda). Hallaçlık da İskilip'te rastlanan geleneksel mesleklerden biri (aşağıda).



Bu düzenek bugün önemli ölçüde bozulmuş, çünkü parçaları eksilmiş. Bu bir yanıyla, fabrikalaşma süreciyle açıklanabilir. Ama eskinin yerine gelen yeni atölye ya da fabrikalar markalar savaşının içinde yitiyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, modern üretim ilişkilerinin geleneğe tahammülünün olmamasıdır diyebiliriz. Ticaretin uluslararası plandaki vahşeti, markaların beraberinde taşıdıkları yaşam tarzları, aynı zamanda Anadolu'nun kendine özgülüğünü de silmeyi amaçlıyor çünkü. Yetmiş yaşındaki Hüseyin Tanbaş, ticaretin bu yanını anlatmakta zorlanınca, kendi deyimlerinden birine başvuruyor: "Çam kadı, pelit müftü."


İskilip Kalesi'nin Hititler tarafından yapıldığı sanılıyor.


Cumhuriyet kadroları, 1920'li yıllarda, uçak eksiğinin giderilmesini de içeren bir dizi kampanya başlatmıştı. İskilip ve köylüleri birkaç yıl uğraşarak ve neredeyse her şeyden kısarak; "muhtaç köylülere tohumluk olarak ödünç tevzi olunan zahire parası da ilave olunmak suretiyle" para toplamış ve bir uçak alarak Türkiye Tayyare Cemiyeti'ne bağışlamışlar.

Yol döne dolaşa İskilip Kalesi'ne çıkıyor. Dik bir kaya, altında mağara mezarlar. Yanında belediyenin bir hafriyatı sırasında çıkan, ama hangi döneme ait olduğu saptanmamış antik parçalar. Kaleden bakıyorum kasabaya. Yivlik Tepesi, Elma Beli, ormanlar, bağlar... Kalenin içinde ve yol boyunca eski yoksul ama kapısı, sokağı temiz evler. Bu kale Hititlerden mi kalma? Bunu bilen yok. Kestirmeden iki saatlik yol, bizi Hititlerin başkenti Hattuşa'ya götürüyor. Yeraltında kaleye giden iki yolun daha olduğu söyleniyor. Böyle olup olmadığından emin değil kimse. Bütün bu belirsizlikler, çok övündüğümüz Anadolu tarihine verilen önemi gösteriyor. Hitit tarihi, yeryüzünün gözünü kamaştırıyor. Ve başkentinin iki adım ötesinde, bir dozerin ağzı bir karış derine indiğinde sütunlar, süslemeler çıkarıyor. Ve bunlar belediyenin çektiği basit bir tel örgünün arkasında tanınmayı, anlaşılmayı; diğer parçaları için yol göstermeyi bekliyor.



Anadolu'nun küçük kasabaları, durgunluğun içindeki sebatı, ilerleme isteğini anlatır. Olanak verildiğinde, olanakları kesilmediğinde büyük işlerin altına girecek zihinler çıkaracağını gösterir. Kaleden bakınca, hareketsizcesine durgun görünen bu kasaba, Kanuni'ye şeyhülislam vermiştir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin babası Şeyh Yavsi'nin yaptırdığı camiye bakarak düşünüyorum bunları.



Sabri Çiçekçi, "Sizi, buranın mütevazı ama en eski lokantasına götüreceğim" diyor. Aşçı Cemal'i böyle tanıdım. "Altmış dokuz yıllık lokantacıyım" diyor ve kendi geleneğini özetliyor: "Günde en çok üç çeşit yemek yaparım. Çünkü ben ancak bu kadarına özen gösterebilirim. Özensiz yemek vermek günahtır."



Kalkıp Soğucak köyüne gidiyoruz. Balcı'yla, Çiçekçi bana köyün folklorunu, deyimlerini, düğünlerini anlatıyorlar. Düğün dolmasının yapılışını anlatmak uzun sürer. Ama herhalde yapımı dünyada en çok zaman alan yemeklerin başında gelir. On iki saat. Görücü usulü kız istemeye giden kadınların hilesini de bu yolda öğrendim. Görücü kadın gittiği eve elinde örmekte olduğu dantelle ya da kazakla gider ve çaktırmadan ip yumağını sedirin altına atar. Yumak geri geldiğinde beraberinde toz, kir getirirse, vuslat bir başka bahara kaldı demektir.



Soğucak İskilip'in, camisi olan Alevi köylerinden biri. Camili, diyorum, çünkü kendi kültürlerinden, inanış özelliklerinden büyük ölçüde kopmuşlar. Böyle olmasında caminin de payı var.



Bu köyde yaşayan Eryazlar maaile sanatçı. Hüseyin Eryaz, antika eşyayı taklit ederek hediyelik nesneler yapıyor. "Nereden aklına geldi" diyorum. "Bunun birkaç nedeni var. 19601ı yıllarda, köylerden gümüş toplamaya başladım. Kemerler, küpeler, kamalar, gerdanlıkla, bilezikler... Kapalıçarşı'ya, Ankara'nın kuyumcularına satıyordum. Fakat her sattığım şey için pişmanlık duyuyordum. Çünkü bana öyle geliyordu ki, bunları bir daha kimse yapamaz. Zira, bütün bu köylerin o muazzam süsü tükendi. Şimdi kadınlar insana cıbıl gibi geliyor. Sonra," dedi ve sözünü bitirmeden eve girdi. Elinde bazı kâğıtlarla geldi. Bunlar müzelere teslim edilmiş tarihi eserlerin belgeleriydi. "Bizim tarlalarımızdan, cılgalarımızın (patika) geçtiği yerlerden çıkıyor bunlar. Bunlara bakarak bu işleri yapmak aklıma düştü."



Ali ve Hasan Eryaz, neredeyse dünya ölçeğinde marangozluk yapıyorlar. Bir takvim getiriyor Hasan, uluslararası bir meşrubat markasının takvimi. Her yörenin ünlenmiş ürününden kendi şişesini yaptırmışlar. 'Ahşap şişe' İskilip'in bu köyünden çıkmış. Takvime bakarken hem gönendim, hem hüzünlendim. Gönendiren, kenarda bir köyümüzde, böyle yetenekler büyümesi. Hüzünlendim çünkü, bu takvimi yaptıran marka, "korumacılık" adı altında kendisini bütün Anadolu kültürünün üstüne yerleştirmeyi amaçlamış. Elazığ'ın iğne oyası, Rize'nin sepeti, İznik'in çinisi bu markanın şişesi olarak çıkıyor karşımıza. Koruyarak soldurmak denilen bu olsa gerek.



Gidip Kızılırmak'a bakıyorum. Güz durgunluğu içinde ırmak, çekilmiş kıyılarından, suskun. Giderken, Satı Okumuş'la merhabalaştık. Yaşını bilemeyecek denli yaşlı. Dönüşte bir tas cevizle yolumuzu bekler bulduk. Satı Okumuş başına hâlâ ağca denilen gümüş tepelik takıyor. Ağcanın gümüş pulları puşinin kenarlarından sarkıyor. Bu gümüş pullar, hem bu dünyada yaşamanın süsü, hem de ölüm zamanının güvencesi. Çünkü öldüğünde, kimseden kefen parası istenmezmiş, bu pullar satılarak ahnırmış her şey.



Bu bölgeyle yazın dünyası arasında ilginç bir ilişki vardır. Refi'cevat Ulunay, Refik Halid Karay, Hüseyin Cahit Yalçın buralara sürülmüştür. Refik Halid Karay'ın Memleket Hikâyeleri'nde ve uzun yıllar Çankırı hapishanesinde yatan Kemal Tahir'in, birçok kitabında bu bölgenin insanı anlatılır. Ne var ki İskilip, yüzyılımızın son çeyreğinde daha çok iki isimle duyuldu.



"Şapka Devrimi'ne karşı çıktığı gerekçesiyle" İstiklal Mahkemesi'nce idama mahkûm edilen İskilipli Atıf Hoca, bu kez bir film kahramanı olarak çıktı karşımıza. Öteki isim, yazdığı her kitap dava konusu olan, ceza alan sosyolog İsmail Beşikçi. Ancak, geçmişinde onlarca medresenin ve zaviyenin olduğu, bugün bir çırpıda yüzü aşkın caminin sayıldığı İskilip'e dinsel yoğunluklu bir imajla bakılmasında Atıf Hoca ismi yeniden etkin oldu. Kasabanın kültürel dokusunu öğrenmemde büyük katkıları olan Metin Kalyoncu'nun bahçesinde kahvaltı ederken, "Bizim yaşayış zenginliğimizin geleneği var. Dayanışmanın, bir kasabada yapılacak işin ülkeye katkısını ölçmenin geleneği var. Bunlar bağırarak söylenmediği için dışarıdan bakılınca kolay gözükmez. Ahilik geleneğini, imeceyi bugün bile yaşatan nadir bir beldedir burası" diyor.



İskilip'te tarım alanında kullanılan aletlerin birçoğu yaşlı ustaların ellerinde şekilleniyor. Tırmık, yaba, üçayak gibi ahşaptan aletlerin üretildiği arastaya ise ahşabın işlenişinin yöresel söylenişi olan "salli"den yola çıkarak "Sallerbaşı" deniyor. İşler yaz aylarında yoğunlaşıyor. Diğer zamanlar ise, "hoş sohbet" için açılıyor dükkânlar.



Koşum hayvanlarının süslenmesi bugün urgancılıkla birleşmiş. Urgancı Mehmet Boncuk, "Anadolu'da buğday ve ot destelerini bağlamak için bağcıklar örerlerdi. O zaman olduğu gibi bugün de urgan ve süs köylüye önemli geliyor" diyor.

Bir zamanlar, valiye "ilbay", belediye başkanına "şarbay" denilen Anadolu'daki deyim ve sözcük dağarı işler hale gelse, biz dilimizin zenginliğini o zaman daha iyi görürüz. Bunu düşünmemi, masaya konan üzümler sağladı. İskilip tarımında üzümün büyük payı yoktur. Ama, başka hangi yerde bu kadar çarpıcı üzüm adı vardır? Çatalkara, kızmemesi, çakırcımbit... Nurettin Tanay'ı da alarak Yivlik Tepesine gidiyoruz. İnsanın üzerinde yaşamın bütün yorgunluğunu, meşakkatini silen bir mucizenin doruğuna gidiyoruz. "Yivlik suyundan bir hörpüm (yudum) içmeden burayı tanımış olmaz insan" diyorlar. Sonbaharla azalmış su, buranın söyleyişiyle "diydir diydir" akıyor. Ama bence, suyun başına gidene dek ve ondan sonrası buraları daha iyi tanıtır insana. İç Anadolu'nun sonsuz bozkırında bu olağanüstü çam ve meşe ormanının sesleri, suskunluğun çınlayışında keskinleşen sesleri...



Bu güzelliğin neden geleni, görücüsü azdır? "Anayollar" denilen güzergâhlardan birkaç saat içeride olması açıklar mı bunu? Bilmiyorum. İskilip tarihi de bu bilinmezle yüklü. Orada, meşe ormanlarından bakınca kil tabletler gibi görünen eski evlerin etrafında genişleyen bu kasaba, İç Anadolu'ya, Çorum'a gelen yabancı gezginlerden çok azını konuk edebilmiştir.






Sabah Hamamı 15. yüzyıldan bugüne değin kullanılan en önemli tarihsel yapılardan biri. Şeyh Yavsu'nun yaptırdığı hamam, kadınlara ve erkeklere hizmet veren iki bölümden oluşuyor.
0 Responses