KAYBOLAN MESLEKLER, TARİHE KARIŞAN NESNELER
http://www.uzulmez.info/muslum/makale/meslekler.htmhttp://www.uzulmez.info/muslum/makale/meslekler.htm
" Zihnim kendi zamanı içinde ilerlemeye ihtiyaç
duyar, bir başkasının zamanına boyun eğmez!"
Rousseau.
I. Kaybolan Meslekler
Sanatçılar, yazarlar ve gazetecilerin
yaşadığı dönemin tanıkları olduğu söylenir. Bu tanıklık, sanatçı ve
yazarın uçsuz bucaksız düşsel dünyasında anı, fotoğraf ve yazılarında
kalıcılaşırsa bir anlam kazanır. Kanımca sanatçılar, yazarlar ve
gazeteciler topluma karşı sorumlu olduklarından biraz da buna
mecburdurlar.
Dünya çok hızlı dönüyor. Teknoloji
akıllara durgunluk verecek şekilde gelişiyor, ilerliyor. Alışkanlıklar,
yaşam biçimleri, tüketim kalıpları sürekli değişime zorlanıyor,
değişiyor. Hızla değişen yaşamın an 'larını yakalayıp gelecek
nesillere aktarmak, ancak sanatçı, yazar ve gazetecilerin bu görevi
yerine getirmeleri ile mümkündür.
Kaybolan, eskiyen meslekleri ve
sanatkârlarını yakından tanımak tarihsel gerçeklik olduğu kadar,
sosyolojik ve psikolojik/duygusal zenginliktir. Marx'ın da önemle
vurguladığı gibi, sosyal güçlerin ve bilimsel uygulamaların tarihsel
değişimdeki en önemli belirleyicisi ekonomik koşullardır. Bu meslek ve
nesnelerin kayboluşunun nedeni, ekonomik koşulların değişmesinden
kaynaklanıyor.
Kaybolan meslekler için seçilen sade
mekânlar, bu mekânlarda dökülen göz nuru ve alınterinin mübarekliğiyle
harmanlanan yoğun emek, her zaman anılmaya değerdir diye düşünüyorum.
Dün olmadan bugün, bugün olmadan yarın var olabilir mi? Akıl hünerinin
birer nişanesi olan bu mesleklere karşı nankör olmamalıyız: Zarafet,
ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri eski
zamanlara bağlayan çok önemli bağlardan biridir. Bu meslekler eski
kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar. Ama
ne yazık ki; kaybolan veya kaybolmaya yüz tutmuş, unutulan bu meslekler
kimimizin belleğinde tatlı bir anı, kimimizin de belleğinde kaydı
olmayan veya sadece ses duyum yoluyla duyulan bir sözcüktür.
Bugün taşçılık, hattatlık, değirmencilik,
şerbetçilik, gazozculuk, şarapçılık, karcılık, dokumacılık, goşkarlık,
çömlekçilik, demircilik, kalaycılık, tenekecilik, nalıncılık, hancılık,
nalbantlık, çulculuk, sepetçilik gibi meslekler d eğişen ekonomik
koşulların bir sonucu olarak seri üretime, robotlara, makinalara yenik
düştü. Birer birer tarihteki yerlerini aldı ve alıyorlar.
Uzun süre görülmeyen, duyulmayan,
konuşulmayan, dokunulmayan şeyler zamanla unutulur, belleğin karanlık
noktalarında kalır. Düne takılıp kalmadan, bu karanlığı birazcık
aralamak istiyorum. Sanayi toplumu olmanın, kentleşmenin ve de gelinen
teknolojik seviyenin bir sonucu olarak kaybolan veya unutulan bazı
meslekleri azıcık da olsa -Diyarbakır'a bağlı Ergani ve Çermik ilçeleri
ölçeğinde hatırlayabildiğim kadarıyla- anlatmak, eski havaları solumak,
sizleri alıp mazilere götürmek istiyorum. Hoşgörünüze sığınarak bu işe
baba mesleklerinden başlamak istiyorum.
|
Yıl: 1969. Cuma
Üzülmez Batman Ulu Cami Minaresi üzerinde yapım esnasında.
|
Taşçılık
veya Taş Yontuculuğu
İnşaatlarda taş kullanıldığı zaman
taşları yontan, kesen, süsleyen ve üzerine yazı yazan ustalara taşçı
, taş ustası , taş yontucusu denir.
Taş yontucuları, ufacık elleri ve yufka
yürekleriyle ağır, şekilsiz, kocaman taşlara biçim verirler.
Taş yontucusunun taşa vurduğu her çekiç,
taşın ruhunu biçimlendirir.
Taş ocaklarından kaba olarak çıkartılıp getirilen taşların
kabası, taş ustaları tarafından balyoz ve çekiç yardımıyla alınır. Taş
sert taşsa gönye (cetvel), murç (bir nevi ucu sert büyük demir çivi) ve
çekiçle; yumuşak (örneğin Hilvan yöresinden getirilen yumuşak türden
taş) ise, gönye, çekiç ve tarak denilen çelik ağızlı aletlerle düzgün
hale getirilir. Gerekirse üzerlerine çeşitli desenler, yazılar yazılır.
Taşçılar; binaların yapımında, binaların
kapı ve pencere taşlarının yapım ve süslemesinde, köprü inşaatlarında,
mezar taşı yapım ve yazımında aranan ve çok değer verilen ustalardı.
Taşçılıkta en zor şeylerden biri kilit
taşı nın yapımı ve yerine yerleştirilmesiydi.
Tuğla sanayinin gelişmesi, çirkin
briketlerin yaygın olarak kullanımına başlanması, beton ve beton türevi
yapı malzemelerinin daha kolay uygulanabilmesi ve daha ekonomik olması
yüzünden bu meslek kaybolmaya başladı. Günümüzde sayıları çok azalmış
olan taş ustaları, eski taş yapıların restorasyon (yenileme)
çalışmalarında, zevk sahibi kişilerin lüks konut veya işyerleri
yapımlarında ancak aranır olmaktadır.
Babam, iyi bir yapı ustası olduğu kadar,
iyi bir taş yontucusuydu: Siirt'e bağlı Baykan'da bulunan Veysel Karani
Camii, Minare ve Türbesi; Ergani, Maden, Dicle'nin Kulbin Köyü ve
Sivrice'de yaptığı minareler taş işçiliğine güzel örneklerdir.
Veysel Karani Türbesi'nin; Kulbin, Maden
ve Sivrice minarelerinin yapımında, taş yontuculuğunda kendim de
bulundum. Taş yontuculuğunda çok iyi bir usta değilim, ama kötü de
sayılmam.
|
1969'da
taşlarının yapım ve inşaatında bulunduğum Veysel Karani Türbesi
|
Babamın amcaları
Zekerya Üzülmez ve Bekir Üzülmez de taş yontucusuydu. Hopekli Memet,
Ömer Kan da yine aranan iyi ustalardı. Hatırlayamadıklarım, beni
bağışlasınlar.
10 bin yıl önce Taş Çağı'nda, yani
Neolitik Dönem'de, Ergani Çayönü'nde ilk köyü kuranlar, ilk evleri
yapanlar, ilk kerpici dökenler, çay ve volkan taşlarından ilk süs
eşyalarını yapanlar insanoğluna yeni ufuklar açmıştır. Taşçılık daha
sonra sanatsal ve törensel yapıların yapımında çok önemli bir işlev
kazanmıştır. Saraylar, tapınaklar, minareler, türbeler, mezar taşları
hep onların elleriyle süslenmiş veya süsledikleri taşlardan yapılmıştır.
Ergani'de; Dicle Köy Enstitüsü binaları, Ergani-Maden
arasındaki demiryolu köprüleri, eski Kaymakamlık binası, Camii Kebir
(Yukarı Camii) taş ustalığının güzel örneklerini oluştururlar.
Bu yapılarda eskimeyen güzellikleri
seyredebiliriz.
Ergani-Maden arasındaki demiryolu köprü
ve tünellerinin yapımında, babamın amcası Zekerya Üzülmez'in ustası, ona
taşçılığı öğreten Ermeni Haco'nun çok emeği geçmiştir. Bu yapıların her
biri birer tarihi eser niteliğindedir. Zekerya Üzülmez'in anlatımına
göre bizimkiler taşçılığı Ermenilerden öğrenmişlerdir.
Hattatlık
'' Hat, her ne kadar maddi
aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir ''. Öklid
Hat , Arapça çizgi demektir. " İnce,
uzun, doğru yol, birçok noktaların birbirine bitişerek sıralanmasından
meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı '' gibi
anlamlara gelir. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel
yazı manalarında kullanılmıştır. Hüsni hat , estetik kurallara
bağlı kalarak, ölçülü ve güzel yazma sanatıdır; fakat İslam yazıları
için kullanılan bir tabirdir. İslam yazılarını güzel yazma ve öğretme
hünerine sahip sanatkâra hattat , bu sanata da hattatlık
denilmiştir.
Hat, sözün veya ruhta cereyan eden fikir
ve duyguların, alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir.
Hat sanatı Arap harflerinin 6.
yüzyıl ve 10. yüzyıl arasında geçirdiği bir gelişme döneminden sonra
ortaya çıkmıştır. Anadolu halkları Müslüman olduktan ve Arap alfabesini
benimsedikten sonra hat sanatıyla ilgilenmeye başlamıştır.
Hat sanatı en parlak dönemini Osmanlılar
zamanında yaşar. 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında da bu parlak
dönemini sürdürür, ama 1928 yılında Latin alfabesine geçilmesiyle yaygın
bir sanat olmaktan çıkıp yalnızca belirli eğitim kurumlarında öğretilen
geleneksel bir sanat durumuna gelir, unutulan mesleklerden ya da
sanatlardan biri olur.
Hat sanatında da yazının temel aracı
kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı.
Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen
sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve
kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu. Celî yazılar
ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı. Çok ince yazılar
için madeni uçlar da kullanılmıştır. Hat sanatında kullanılan mürekkep
de özel olarak hazırlanırdı. Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle
karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı
sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi. Hat sanatında
kullanılan kâğıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme
akıcılık sağlaması için kâğıtlar âhar denilen bir maddeyle
saydamlaştırılırdı.
|
Babam Cuma Üzülmez'in yazılarından biri.
|
Hattatlar, yüzyıllar
boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye
heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı. Başlangıçta alıştırma
niteliğinde çalışmalara dayanan ve
meşk adı verilen bu dersler
tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar, harflerin birleşme
biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının
öğrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin
sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit
sınav verirdi. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını
koyarlardı. Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen
icazetname
adı verilirdi. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz,
dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı. (Kaynak: Dr.
Hatice Aksu,
www.osmanli.org.tr )
Hattatlar sanatlarını daha çok şahların, sultanların,
padişahların, beylerin, paşaların yaşadığı, saray ve camilerin bol
olduğu İstanbul, Bağdat gibi şehirlerde icra ederlerdi.
Müslümanlar resme sıcak bakmadıklarından,
dahası mekruh saydıklarından Müslümanlar arasında resim ve
heykel sanatı gelişmemiştir. Bunların yerine İran'da minyatür ,
Osmanlı'da hat sanatı gelişmiştir.
Diyarbakır'da hat sanatıyla ilgilenenler
olmuştur, ama Ergani'de hat sanatıyla ilgilenen olmuş mudur? Bilmiyorum.
Rahmetli babamın porselen tabağa mürekkep döküp, bizden aldığı
defterlere hat türünde Arapça yazılar yazdığını, bununla birlikte ünlü
hattatların çalışmalarının benzerlerini resmettiğini de çok iyi
hatırlıyorum. Ayrıca yaptığı cami, minare ve evlerin kapı başlarına
konulacak olan taşlara Besmele ve benzeri yazıları hat türünde
yazar, sonra bu taşları ince murç ve çelik ağızlı kalemle yontarak
yazıların kabartmasını yapardı.
Bildiğim kadarıyla Diyarbakır bölgesinde
yetişen hattatlar ve de hattatlıkla ilgili bir çalışma yapılmamıştır.
Bunun nedenini bilmemekle birlikte; Latin harflerinin kullanılması,
Osmanlıca ve Arapça bilenlerin sayısının azlığı ve hat sanatının eskisi
gibi rağbet görmemesi gibi etmenlerin bu konuda rol oynadığını
düşünüyorum.
Diyarbakırlı hattatların bir kısmını, Ali
Alpaslan'ın Fırat Havzasında Yetişen Hattatlar
başlıklı sunum yazısından yararlanarak tarih sıralamasına göre yazmak
istiyorum:
|
Cuma Üzülmez'in güzel bir hattı örnek alıp
yaptığı bir Besmele çalışması
|
Seyyid
Kâsım Gubârî (Ölüm: 1625)
Seyyid Kâsım Gubârî, Diyarbakırlıdır.
Şerif Abdullah'tan Aklâm-ı sitte 'yi öğrenmiştir. Çok ince
yazılar yazdığı için Gubârî mahlasını almıştır. Gubârî, toza
mensup demektir. Hat sanatında ise son derece ince olarak yazılan
yazılara verilen addır. Rivayete göre bir pirinç tanesinin üzerine İhlâs
süresini yazacak kadar maharet göstermiştir. Bilindiği gibi İhlâs
süresi 4 ayet ve 15 kelimeden ibarettir.
Gubârî, Medreselerde hocalık yapmanın
yanında, Ahmet Camii'ni süsleyen Celî , yani iri yazılar da
yazmıştır (İnşa tarihi: 1616). Yazılarında, daha doğrusu harflerinde
metin ve azametli bir duruş mevcuttur.
Seyyid Kâsım Gubârî, Osmanlı döneminde
Celî yazısının gelişmesinde önemli bir rol oynayan hattatımızdan
biridir.
Seyyid Adem (1987'de hayatta
idi)
Seyyid Adem, Diyarbakırlı olup, Aklâm-ı
sitte ve Nesta'lik adındaki yazıları Diyarbakır'ın
mahallî hattatlarından biri olan Hâfız Bulak Özbek'ten meşketmiş ve
icâzetnâme almıştır.
Kaside-i bürde 'yi 50 altına yazdığı rivayet
edilir.
Seyyid Adem aynı zamanda büyük hattat
Hâmid Aytaç'ın dedesidir.
Hâmid Aytaç (1891-1982)
Hâmid Aytaç, bölgemizde yetişen
hattatların en büyüğü ve en meşhurudur. 1891'de Diyarbakır'da Ulucâmı
İmâdiye Mahallesi'nde doğdu. Asıl adı Mûsâ Azmi'dir. Babasının adı
Zülfikar, anasının adı Müntehâ'dır. Hattat Seyyid Adem'in torunudur.
|
Hâmid Aytaç'ın bir
eseri: İstanbul Şişli Camii'nin kapısı üzerinde Müsenne tarzında
yazılmış bir kitabe örneği.
|
Mûsâ Azmi, ilk
öğrenimini Diyarbakır'da Sıbyan mektebinde (yani ilkokulda) tamamladı.
İlköğreniminden sonra Diyarbakır Askeri Rüştiyesi'ne (ortaokula)
kaydoldu. Daha okul sıralarındayken mahalli hattatlardan dersler aldı.
Resim hocası Yüzbaşı Hilmi Bey'den Sülüs yazısı, Vâhid
Efendi'den Rık'a meşkederek yazı sanatında bilgisini
geliştirmiştir. Yine Rüştiye'de Esad Efendi ve Jandarma Kolağası Ahmet
Hilmi Efendi'den yazı dersleri aldı. Ama yazıya merakı yüzünden okulda
sınıfta kalınca, babası yazıyla uğraşmasını yasakladı. Ama, hat sanatına
karşı içinde büyük heves beslemesi yüzünden, babasının karşı çıkmasına
karşın yazı yazmaktan vazgeçmedi. O sırada, Sultan II. Abdülhamid'in
tahta çıkış yıldönümü nedeniyle beyaz bir bez üzerine " Padişahım
Çok Yaşa " yazısı yazılıp Diyarbakır'da meydana asılacak ve
geceleri arkadan lamba ile aydınlatılacaktır. Genç Mûsâ Azmi, bu yazıyı
yazan hocasına yardım eder ve dahası Abdülhamid'in tuğrasını resmeder.
Belediyede memur olan amcazadesi bunu öğrenir ve ilgilenir. Durumu
ilgililere anlatır, bu çalışmanın karşılığı olarak Belediye tarafından
kendisine bir altın lira hediye verilir. Bu hediye karşısında çok
sevinir, bu olayı babasına anlatır. Bunun üzerine babası yeniden yazı
yazmasına izin verir.
İdâdî'yi (liseyi) bitirdikten sonra,
1906'da babasının iznini alarak İstanbul'a gitti. Hukuk Fakültesi'ne
yazıldı. Coğrafya hocası Cizrelizâde Mithat Beğ'in ısrarı üzerine
Sanayi-i Nefısa'ya (Bugün Mimar Sinan Üniversitesi'ne bağlıdır) geçti.
1908'de babasının ölümü ve çalışmak zorunda kalması nedeniyle bu okuldan
ayrıldı. Rüsumât ve Erkân-ı Harbiye matbaalarında çalıştı.
Erkân-ı Harbiye Matbaası'nda çalışırken
bu matbaanın ünlü hattatı Hacı Nazif Bey'den az da olsa istifade etme
imkânını buldu. Kendisinden Sülüs ve Nesih yazı
yazma dersleri aldı. Sonraları Nuruosmâniye civarında küçük bir yazı
dükkânı açtı. 1920'de serbest çalışmaya başlamadan önce Hâmid
mahlasını aldı. Bu tarihten itibaren hep Hâmid adını kullandı. Babıâli
Caddesi'nde Reşit Efendi Hanı'nda açtığı dükkânda/yazıevinde, 1920
yılından 1981 yılına kadar yazı yazmakla meşgul oldu.
19 Mayıs 1982'de İstanbul'da vefat etti. Karacaahmet
Mezarlığı'nda hat sanatının önderi sayılan Şeyh Hamdullah'ın mezarının
yakınında bir yere defnedildi.
Ömrünün yetmiş yılını hat sanatına veren
Hâmid Aytaç, ardında sayısız eserler bırakmıştır. Eserlerinin büyük
çoğunluğu İstanbul'da, bir kısmı da Türkiye'nin değişik yerlerindeki
tarihî binaların üzerindedir. İstanbul'da Şişli Camii'nin yazıları, Eyüp
Camii'nin kubbe yazıları, Söğütlü Çeşme Camii kapı başlarındaki
yazılar, Paşabahçe Camii'nin yazıları, Kasımpaşa Camii'nin yazıları;
Çanakkale'de Çan Camii, Denizli'de Tavas Camii'nin yazıları eserlerinden
birkaçıdır. Hattatın ayrıca iki Kur'ân yazdığı da
bilinmektedir. ( Kaynak: Fırat Havzası Yazma Eserler Sempozyumu,
Bildiriler, Editör: Tuncer Gülensoy, 5-6 Mayıs 1986, Elazığ, s: 75-81 .)
Değirmencilik
" İnsan sadece ekmekle yaşayamaz, ama
her şeyden önce ekmekle yaşar "- M. Malinowski.
Buğday, arpa, mısır, darı gibi tahılların
öğütülerek un haline getirildiği yerlere değirmen , bu gibi
yerleri işleten veya çalıştıranlara da değirmenci denir.
Değirmencilik dünyanın en eski ve hayatî
mesleklerinden biridir, ama bugün yok olan mesleklerin başında
gelmektedir.
Çayönü'nde yapılan arkeolojik kazılar
sonucu ele geçen buluntular arasında, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl
önce kullanılan, el değirmenlerinin ilk modelleri olan havan eller de
yer alır. Bulunan bu bazalt öğütme taşları, değirmenciliğin bilinen ilk
örneğidir. Çayönü insanları, tahılları bazalt taşları üzerinde öğütmek
suretiyle un haline getiriyorlardı. Bu değirmenlerin daha gelişmiş hali
olan El Değirmenleri yakın zamana kadar kullanılmaktaydı.
El değirmenleri ortalama 50 cm . çapında,
15 cm . yüksekliğinde, yuvarlak, üst üste iki sert taştan oluşur.
Alttaki taşın tam ortasında dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir mil
bulunur. Üsteki taşın ise ortasında yaklaşık 7- 8 cm . çapında oyulmuş
bir boşluk olur. Ayrıca üst taşın üzerinde yine dökülmüş kurşunla
tutturulmuş çelik bir çevirme kolu bulunur. El değirmeni çalıştırılacağı
zaman, üste gelecek taşın oyuk deliği alttaki taşın miline geçecek
şekilde değirmen taşları üst üste konulur. Alt taş sabit kalır, üsteki
taş çevirme kolu sayesinde alttaki taşın üzerinde yatay olarak çevrilir.
Bu çevirme esnasında üsteki taşın ortasındaki boşluktan ne öğütülecekse
yavaş yavaş elle dökülür. Kolla birli, ikili ve hatta üçlü değirmen
çevrilir. İki taşın arasından öğütülen şey öğütülmüş haliyle çıkar. Bu
tip değirmenlerde genellikle pilavlık bulgur, içli köfte ve çiğ köfte
bulguru, yarma, mercimek öğütülürdü. Öğütülmüş bulgurun unundan da lapa
yapılırdı.
|
Çayönü'de bulunan
bazalt öğütme (havan el) taşı. Foto: Mehmet Özdoğan.
|
Değirmenler eskiden insan gücünden, hayvan gücünden, su ve
rüzgâr gücünden yararlanılarak çalıştırılırdı. Şimdi eskisi gibi
değirmenler yok; var olanlar da elektrik enerjisiyle çalışmaktadır.
Değirmenlerin yerini un fabrikaları aldı.
Değirmenlerde tahıllar değirmen
taşlarında öğütülür. Değirmen taşları yuvarlak olup iki tanedir. Altta
olan sabittir. Diğeri sabit olanın üzerinde yatay düzlemde döner. Tahıl
dönen taşın ortasındaki bir delikten, sabit taşın merkezinden dışarı
doğru uzanan oluklara beslenir. Oluklardan, taşın düzgün yüzeyli öğütme
bölümüne aktarılan tahıl burada un haline getirilir. Değirmen taşının
yıpranan olukları zaman zaman çelik taraklarla yeniden derinleştirilir
ve öğütme bölümünün pürüzlenen yüzeyi düzleştirilir. Tahıllar genellikle
yük hayvanlarıyla değirmene götürülürdü, bazen de insanlar öğütülecek
tahılı sırtlarında götürürlerdi. Çok sonraları traktör ve benzeri
motorlu taşıtlardan da yararlanılmaya başlandı.
|
Çayönü
insanının bazalt öğütme taşında tahıl öğütürkenki temsili resmi.
|
Ergani'de daha yakın zamanlara kadar çok sayıda değirmen
vardı. Bu değirmenler genellikle Boğaz çayı ve Hersin çayı üzerinde su
ile çalışan değirmenlerdi. Ergani merkezinde Eski Diyarbakır yolu ile
Dicle yolunun birleştiği kavşakta bulunan, elektrik enerjisiyle çalışan
bir değirmen de vardı. Çok yakın döneme kadar bu değirmen çalışır
durumdaydı. Bu değirmeni Zülfi Kaya ve kardeşleri çalıştırırdı Ben, hem
Hersin Çayı üzerindeki değirmene ve hem de Ergani merkezinde bulunan
değirmene defalarca eşekle buğday götürüp öğütmüşümdür. Değirmenler
bugün yok olsalar dahi, eski halleriyle birçok insanın anılarını halen
süslediğine inanıyorum. Unutamadığım şeylerden bir de değirmen
çalıştığında, değirmencilerin saç ve başlarının, kaş ve kirpiklerinin,
el ve ayaklarının, elbiselerinin un içinde kalışları ve böylece
değirmencilerin undan adam oluşlarıydı.
Değirmenler, insanlar için en büyük nimet
olan ekmeğin hammaddesi unun elde edildiği yerler olduğu için, mübarek
yerlerdi.
Orakçı ve Tırpancı
Orak , ekin ve ot biçmede
kullanılan, yarı çember biçiminde, yassı, ensiz keskin ağızlı bir bıçak
ve bu bıçağa bağlı bir saptan oluşan bir tarım aracıdır. Orağı
kullanana, orakla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere orakçı
denir.
Tırpan ise, uzun bir sapın
ucuna tutturulan, ot, arpa, buğday gibi ekinleri biçmeye yarayan hafifçe
kıvrık, uzun çelik bir bıçaktır. Tırpan sallayanlara, tırpan atanlara,
yani tırpanla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere de tırpancı
denir.
Orak kullanımı çok eskidir. Günümüzden 10
bin yıl önce Çayönü insanları orağı kullanmışlardır. Ot saplarını ve
buğday saplarını kesmek için kaburga kemiği içersine özenle
yerleştirilmiş çakmaktaşlarının özel bir biçimde tutturulmuş olmaları,
bunların orağın yaptığı işlere benzer işlerde kullanıldıklarını
kanıtlar. Hayvanların çene kemiklerine çakmaktaşları yerleştirilerek de
orak yapılmıştır. Çayönü'nde yapılan kazılarda 6 adet boynuzdan orak, 1
adet çakmak taşından orak taşı, 5 adet boynuzdan orak sapı bulunmuştur.
Böylesine çok uzun yıllar köylülerin,
çiftçilerin tarlasında, bağında ve bahçesinde kullandığı orak ve tırpan,
insan gücünün yerini makinelerin alması sonucu artık tarihe karıştı.
Emek ve zahmet gerektiren orak biçme ve tırpan sallama, çok az zamanda
çok iş yapan traktör, biçerdöver ve ot biçme makinesi benzeri modern
tarım araçlarının tarım sektöründe kullanılmaya başlanmasıyla yenik
düştü: Orakçı ve tırpancılar işsiz kaldı. Üretim araçlarının değişmesi,
üretim ilişkilerinin değişmesini beraberinde getiriyor. Böylece
kapitalist üretim biçimi bölgemizde kaçınılmaz olarak tarım sektöründe
de giderek egemen oluyor. " Beslenecek ağız arttıkça, ekecek el de
çoğalır ", ama ekilecek toprak bulunmuyor. Bu süreç, köyden kente
göçü ve beraberinde işsizlik ve yoksulluğu getiriyor.
Şarapçılık
içki üzümden
aşk yürekten damıtılır...
Şarabın tarihi çok eskidir. Ta, Nuh
Peygamber'e kadar gider. Derler ki, Nuh Peygamber bir gün keçisinin çok
neşeli döndüğünü görür. Bu hal günlerce devam edince, keçinin peşinden
gider. Durumun, keçinin yediği üzüm denen bir meyveden kaynaklandığını
keşfeder. Meyveyi tadan Nuh Nebi, hayatı pespembe gösteren üzüm suyunun
müptelası olur. Ne var ki; Nuh'u mutlu gören şeytan onun neşesini
kıskanır, alevli nefesi ile asmaları kurutur. Nuh üzüntüsünden yataklara
düşünce, şeytan insafa gelir. Asmaları canlandıracaktır, ama bir koşulu
vardır. Asma, Nuh'un hayvanlarından yedi tanesinin kanıyla
sulanacaktır. Aslan, kaplan, köpek, ayı, horoz, saksağan ve tilki kurban
olarak seçilir. Açılan üzüm kökü, bu kan karışımıyla sulanır. Ve üzüm
bir yıl sonra tekrar canlanarak meyve vermeye başlar. Derler ki; şarapla
sarhoş olan kimsenin aslan gibi cesur, kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi
kuvvetli, köpek kadar kavgacı, horoz gibi gürültücü, tilki gibi kurnaz,
saksağan gibi geveze olması bundandır.
Diyarbakır ve çevresinde şarapçılığın
tarihi çok eskidir. Tarihî belge ve kitaplar böyle söylüyor. Örneğin,
Ergani'de:
Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan
Süleyman dönemlerinde ayrı ayrı çıkartılan Ergani Sancağı
Kanunnâme 'lerinde bile şarap satışlarına ilişkin yasal
düzenlemeler yapılmıştır. Şöyle ki:
"Ergani re'âyâsı bağlarından elde
ettikleri şarâbları yükleyip satmağa götürse, at ve katır yükünden iki
Hasanbeğî vergi alınır ve merkep (eşek) yükünden bir Hasanbeğî ki, her
yükünden iki Osman akçesi olur" diye, ferman buyrulmuştur.
Evliya Çelebi meşhur Seyahatnâmesi
'nde; "Ergani üzümü ve şırası gayet meşhurdur" diye
yazmaktadır.
1612 yılında Ergani ve Diyarbakır'a gelen
Ermeni Seyyah Tıbır Simeon, seyahatnamesinde; "ikram edilen koyu ve
tatlı Ergani şarabından bir bardaktan fazla içemezsiniz. Gerçekte
Türkiye'de üç cins şarap, Bulduk, Ankara, ve Ergani şarapları geçerlidir"
diye yazmaktadır.
Coğrafyacı ve din adamı Ermeni Rahip
Ğugas İnciciyan, 1808'de hazırladığı 11 ciltlik Dünya Coğrafyası
'nda; "Arğıni'nin çok verimli bağları vardır. Bir bağ
kütüğü bir yük üzüm verir, bazen de daha fazlası. Bir salkım 2 ve de 3
oka çeker. Şarabı siyah olup bol ve seçkindir. Kilden kaplarda saklarlar
ve buradan çevre yörelere, özellikle Amit'e götürürler. Arğıni'nin
içinde okkası 4 paraya satılır" diye yazmaktadır.
Hemşerimiz Şerafettin Güneli ise, Bütün
Yönleriyle: Ergani adlı kitabında; "Eskiden şarabi üzüm
bağları çok olduğundan çok nefis şaraplar yapılırmış. Rivayet edildiğine
göre senede 7000 okka şarap katırlarla Rus Çarının Kremlin sarayı
ihtiyacını karşılamak üzere Rusya'ya satılırmış" diye yazmaktadır.
Böylesine kanunlarda, seyahatnamelerde,
kitaplarda geniş yer alan ve övülen Ergani şarabı ve o güzelim
üzümlerimize peki ne oldu!?.
Abdullah dedemlerin kilerinde kilden
yapılmış kocaman küpler vardı. Bu küplere "şarap küpü"
derlerdi. Neden şarap küpü? Sofibekirler'in, lakaplarından da belli
olduğu gibi şarap yapmaları düşünülemez. Bu kocaman küplere şarap
küpü denilmesinin nedeninin, Ergani'de eskiden şarap yapımının çok
yaygın olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. -Dedemler kilerlerindeki
bu küplere tohumluk buğday ve arpa bırakırlardı, farelerden ve diğer
haşerelerden korumak için.- Hilar ve Kılleş köylerinde ve Zülküf
Dağı'nın eteklerinde çok geniş, başta şarap üzümleri olmak üzere her tür
üzüm yetiştiriciliğinin yapıldığı bağlar varmış ve bağcılık çok ileri
bir durumdaymış.
Hilar Mağaraları şarap mahzeni olarak
kullanılırmış edindiğim bilgilere göre...
Ben derim ki; madem eskiden çok iyi şarap
yapılıyormuş, çok iyi üzümlerimiz varmış, demek ki topraklarımız bu iş
için uygundur. O halde neden yeni iş ve istihdam alanları yaratmıyoruz,
neden ürün ve hizmet yarışında gerçek yerimizi almıyoruz, neden
Ergani'de kişi başına düşen gayrı safi hâsılayı artırmıyoruz?
İşe üzüm asmalarını, teveklerini ekecek
yerleri belirlemekle başlanabilir. Önce toprak analizleri yapılmalı,
arazilerimize uygun üzüm çeşitleri saptanmalı. Şaraplık üzüm
fidanlarının/asmalarının dikimine başlamadan, şarap üretici firma ve
işletmeleriyle görüşüp, anlaşarak, onlardan toprağımızın cinsine uygun
fidanlar alarak, usul ve tekniğine uygun bağcılıkta yeni bir sayfa
açabiliriz. Hilar köyünden Huneyn Kaygusuz örnek bir davranış
sergileyerek tarlasına Öküzgözü ve Boğazkere şaraplık
üzüm asmalarını ekip bu işi canlandırmaya çalışıyor. Ermenilerin bu
işteki ustalığını kendimize örnek alabiliriz. Çünkü geçmişte bunu çok
iyi yapanlar varmış. Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında, anlatıldığına
göre Şarapçı Loşo Hanifi (Bayhan), Ermenilerden sonra Ergani'de en iyi
şarap yapanların başında gelirmiş. Onun tahta fıçılarda yaptığı
şaraplar, Fransızları bile mest ediyormuş. Anlatılanlara göre
Fransızlar, o zaman Diyarbakır'da askeri ve sivil hava alanı inşaatını
yapmaktadırlar. Ergani'den Loşo Hanifi'nin şarabını kim Fransızlara
götürürse, Fransızlar onu hemen işe alıyormuş. İşe girmenin rüşvet aracı
Loşo'nun şaraplarıymış yani.
Bizler şeytanın yaptığını yapmayalım,
üzüm asmalarını yok etmeyelim; Nuh'un yaptığını yapalım: Kanımızla,
canımızla, alınterimizle üzüm teveklerine, asma bahçelerine can verelim.
Yüce Allah ki; Nebe' Sûresi (78:31-34)'nde Cennet'e
gidecek olanlara müjdeyi vermektedir: "Şüphesiz takvâ sahipleri
için umulanı buldukları yer, bahçeler, üzüm bağları, göğüsleri tomurcuk
gibi kabarmış yaşıt kızlar, içki dolu kâseler vardır" diyerek.
Bizler de Ergani'mizi cennetin bir köşesi
yapamayız mı?
Şerbetçilik
Meyve suyu, şeker veya meyan kökünden
elde edilen içeceğe şerbet , bunu yapıp özel kaplarda satanlara
da şerbetçi denir. Pekmezin sulandırılmışına da şerbet
denilse de, bu şerbetle; meyve suyu veya meyan kökünden elde edilen
şerbeti karıştırmamak lazım.
Sırtta taşınan özel şerbet kabı gügüm
ya sarı bakırdan ya da galvaniz sacdan yapılır. Şerbet sıcak
aylarda satıldığından, soğuk kalması için, çok eskiden içersine kar
atılırdı. Elektrik kullanımının yaygınlaşması ve her türlü soğutucuların
imal edilişi sonucu, sonraki yıllarda buz atılmaya başlandı. Şerbetçi
kabının yanında bir özel kap daha bulunurdu. Bu ufak kap, su matarası da
olabilir. Şerbetçi müşteriye şerbet vermeden önce bardağı bu mataranın
suyuyla ya yıkar ya çalkalardı. Bir de şerbetçinin beline takılan süslü,
gümüşi madenden yapılmış bardakların konulduğu ve tasların zincirle
bağlı olduğu bele takılan bardak göğüslüğü bulunurdu.
Şerbetçi meydanda, caddelerde şerbetini
satarken; kendi sesini sarı bakırdan yapılmış küçük çıncın tasını şerbet
kabının musluğuna veya tasları birbirine vurarak çıkarılan sesle
ustalıklı bir uyum sağlayarak satışına törensel bir hava verirdi.
|
Şerbetçi Avé Susi
Zülfükar
Foto: Esat Taştekin
|
Ergani'de benim hatırladığı kadarıyla en çok vişne şurubu,
limonata ve meyan şerbeti yapılırdı. Yapılan bu şerbetler kahvelerde,
parklarda; gezgin şerbetçiler tarafından da sokakta satılırdı. Yazları
özel olarak evlerde, Ramazan aylarında, dini bayramlarda, nişanlarda,
düğünlerde de şerbet yapılır ve hane halkına, misafirlere ikram
edilirdi.
Şerbetlerin içersindeki meyve, şeker ve
su oranlarının ne oranda olacağı ve hijyenik koşullarda yapılıp
yapılmadığı ustanın hüner ve vicdanına kalmış bir şeydi; ustanın işine
karışılmazdı! Burada şunu da yazmam gerekir; meyve yerine, meyve aroması
veya boyadan yapılmış olan şerbetler hakiki meyveden yapılmış şerbet
gibi satan vicdansızlarda çoktu.
Ergani'de benim bildiğim tek bir şerbetçi
vardı: Ergani'nin sembollerinden biri olan Şerbetçi Avé Susi Zülfükar.
Vişne şurubunun yapılışı:
Önce taze vişne veya kurutulmuş vişne
meyvesi yıkanır. Bir kabın içersinde üzerine toz şeker dökülür. Sonra
elle iyice sıkılır ve su ilave edilir ve ince bir süzgeç veya tülbentle
bir başka kaba süzülür. İsteğe bağlı olarak içersine çok az limon tuzu
ve çok az yemek sodası da atılabilinir. En sonunda içersine kar veya buz
atarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde
satışı yapılır.
Limonatanın yapılışı:
Limon temizce yıkanır, sonra hem kabuğu
hem de iç yemiş kısmı bir kaba rendelenir. Üzerine toz şeker dökülür.
Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir. İnce bir süzgeç veya
tülbentle bir başka kaba süzülür. Limondan tasarruf etmek isteyen bazı
meslek erbapları bu karışımın içersine bol miktarda limon tuzu
katarlardı: Ucuza limonata elde etmek için.
En sonda vişne şurubunda olduğu gibi
içersine kar veya buz atılarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde
ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.
Meyan şerbetinin yapılışı:
Doğal olarak aktar veya baharatçılarda
satılan Meyan kökü alınır. Kök, bir kabın içersine konulup
üzerine su ilave edilir. Yaklaşık 5-6 saat beklenir, sonra meyan kökünün
bulunduğu kaptaki sıvı temiz bir tülbentle veya ince bir süzgeçle
süzülür. Elde edilen meyan şerbetidir. İçersine hiçbir şey katılmaz, ama
isteyen içine çok az tarcın atabilir. Soğutulup içilmesi için ise,
içersine sadece kar veya buz atılır ya da bir soğutucuda bekletilir.
Gazozculuk
Eskiden gazoz yapımı ve içimi bir
ayrıcalıktı. Hatırladığım kadarıyla şimdiki Kemaliye Cami'nin (Çarşıdaki
camii'nin) arka sokağında Rıza Güneyli'nin çalıştırdığı bir gazozhane
vardı. 1969-1971(?) yıllarında Necati Say burayı devir alarak işletmeye
başladı. Sonra ne yerli gazozlar kaldı ne de gazozhaneler.
Gazozlar sarı, kırmızı (kola rengine
yakın) ve beyaz olmak üzere üç tür gazoz üretiliyordu. O zamanlar bir de
Ünal gazozları vardı. Bu gazozu da aslen Çermikli olan Ömer
Ünal ve ailesi imal etmekteydi. Zülküf Ünal'ın bu Ünal
gazozlarıyla bir alakası yoktur. Zülküf Ünal caca cola veya pepsi
cola'nın o zamanki, bekli de ilk bayisiydi.
Gazozlar kahvelerde, parklarda kar veya
buz dolu kapların içersinde korunarak yaz mevsiminde bol bol içilirdi.
Gazozuna oyunlar oynanırdı. Bazen gazoz şişelerinin içersinden yabancı
cisimlerin çıktığı da olurdu, olsun o kadar kusur kadı kızında da
bulunur.
Sonraları Coca Cola ve Pepsi
Cola gibi uluslararası tekelci şirketlerin ürünleri karşısında
bizim gazozlar, " havlu attı ". İmalathane ve gazozlar
buharlaştı, her şeyde olduğu gibi gazozlarımız uluslararası sermayeyle
ekonomik, politik ve teknolojik ilişkiye giren tekeller karşısında
eridi, yok olup tarih oldu. Coca-Cola , Pepsi-Cola ve
benzerlerinin karşısında tutunamadı.
Nasıl tutunsun ki, Coca-Cola " yeni
bir yaşam biçimi "; Pepsi-Cola, " Daha fazlasını iste "yen
" yeni neslin yeni seçimi "; hem üstelik bu
içecekleri üreten firmaların arkasında koca Amerika var.
Karcılık
Karcılık çok zahmetli bir iştir. Kışın
yağan kar, dağlarda kayaların güneş almayan tarafında gölgelik
kısımlarda istiflenip saklanarak yazın kavurucu sıcağında içilecek
suyun, ayranın veya şerbet gibi içeceklerin içine atılırdı. Ayrıca
dondurma yapımında kullanılırdı.
Yazları içine kar atılmış soğuk içecekler
sıcak havalarda yürek ferahlatırdı.
Kar basarken, önce dağda kayaların
dibinde veya oyuğunda güneşten fazla etkilenmeyen bir yerinde yer
seçilir. Seçilen bu yerin taşı ve toprağı atılır, yer temizlenir ve
düzeltilir. Üzerine saman ve tuz serpilir. Sonra bu düzeltilen yerin
üzerine bir kat kar, bir kat tuz atılır ve küreğin tersiyle, loğla
sıkıştırılır. Bu sıkıştırılmış kar yığınının üzerine bir kat daha kar
atılır ve tekrar bunun da üzerine tuz serpilir ve aynı şekilde
sıkıştırma yapılır. Her kat kar atımında bu işlem aynen tekrarlanır.
Düzenlenen yerin hacmi dolunca, kar yığınının üzerine tekrar tuz
serpilir ve kar yığınının tümü üzerine kalınca saman serilir. Ve bu defa
saman sıkıştırılır. Böylece kar yığını hazırlanmış olunur.
Yazın kar yığınından kar çıkartılacağı
zaman da, önce saman kar yığınının üzerinden sıyrılır, sonra kar
testereyle kalıp şeklinde kesilir ve bir telise sarılarak yük
hayvanlarına yüklenerek meydanda satılmak, dondurma yapılmak üzere ve de
lokantalara, kahvelere satmak için çarşıya getirilirdi.
Kar basmada tuz iki nedenden dolayı
kullanılmaktaydı. Birincisi, kar çabuk erimesin. İkincisi de, kar
kurtlanmasın diye. Peki, kar kurtlanır mı? Bunu Karcı Edo'ya (Adnan
Ergezer'e) sormalı.
Hatırladığım kadarıyla, Ergani'de en iyi
karı Makam Dağı'nın arkasında Efe Osman (Uğur), Karcı Memet (Mehmet
Acar) ile Bavo Hocanın oğlu Karcı Mamut (Mahmut Ergezer) basarlardı.
Elektriğin yaygın kullanımı sonucu önce
buzhaneler çıktı, sonra da her tür ve boyda buzdolapları... Buzhanelerde
buzun bolca üretilmesi ve ardından buzdolaplarının evlerde en çok
aranan bir gereç olması karcılığın ölümüne oldu.
Dondurmacılık
Dondurma; süt, süt kaymağı, şeker, damla
sakızı ve tatlandırıcı hoş kokuların belli oranda karıştırılıp bir kap
içinde sürekli karıştırılarak yapılan dondurucu bir yiyecektir. Sade
yapıldığı gibi meyveli, çikolatalı ve vanilyalı gibi çeşitleri de
vardır.
Karışım, tatlandırıcılarla birlikte,
çevresine tuz, kar veya buz konulmuş bir kaba dökülür. Kabın
içersindekiler bir el manivelası ile dondurma donuncaya kadar
çalkalanır, dövülür. Böylece dondurmanın havayı emmesi ve buz
kristallerinin istenen boyutlarda olması sağlanır. Dondurma sakız gibi
uzayan, kolay kolay erimeyen bir durum alır.
Elde edilen dondurma, etrafı kar veya
buzla beslenmiş bir soğuk kabın (tahta fıçının) içinde muhafaza edilir.
Bu kabın içinden yenileceği zaman servis yapılır.
Ağzımızı tatlandıran, sıcak yaz
günlerinde içimizi ferahlatan ve bugün çok değişik aromalardan yapılan
dondurmanın tarihi çok eskidir. Marco Polo (1254-1324), Çin gezisinden
dönüşünde Avrupa'ya yanında meyveli dondurma getirmiştir.
Elektrik kullanımının ve makineleşmenin
yaygınlaşması ve de çok hızlı bir biçimde teknolojinin gelişmesi sonucu
bugün dondurma çeşidi çok arttı; dondurma yapımında yoğun emeğin yerini
yoğu teknoloji aldı; birim zamanda üretilen dondurma miktarı devasa
boyutlara ulaştı. Bugün el yapımı dondurmalar, yerli fabrikasyon tipi
dondurmaların; yerli fabrikasyon tipi dondurmalar da, yabancı markaların
karşısında ayakta kalma mücadelesi vermekte. Ama üstün teknoloji ve
tekelci sermaye karşısında pek fazla şansları yok.
Culfacılık/ Dokumacılık
isterim ki
ipek elli dokumacı
kızın gergefindeki her yeni nakışsevdaların buluştuğu bir
gül bahçesi olsun
Dokumacılık çok eski ve önemli
mesleklerinden biridir.
ABD Harward Üniversitesi tarih profesörü
Mehrdad R. Izady'ı yazdığına göre; Dünyada düzenli "modern" dokuma ile
yapılmış 9000 yıllık en eski kumaş Çayönü'nde bulunmuştur. Ve bu kumaşın
bulunuşu 1992 yılında manşet haber olmuştur. ( Mehrdad R. Izady, Bir El
Kitabı KÜRTLER, Doz Yayınları, İstanbul 2004, s: 64, 436. )
Çermik'te bez dokuma tezgâhlarına culfa
; bez dokuyanlara da culfacı denirdi.
" Culfa " sözcüğünü değişik
kaynaklarda aradım; ama karşılığını bulamadım. Sözcüğün Ermeni'ce
olduğunu tahmin ediyordum; ama, Ermenice sözcüklerde de istediğim sonucu
elde edemedim.
Culfa (Julfa), Nahçivan bölgesinde bir
Ermeni kasabası olarak bilinir. MS 1603 yılında Şah Abbas bölgeyi
fetheder; ama Osmanlı akınlarına karşı gerekli önlemleri alamaz. Bunun
üstüne bölgenin zenginliklerini talan ettirir ve Ermenileri iç bölgelere
göçe zorlar. Culfa'yı yakıp yıkar. Amacı, Culfa'daki zenginliklerin
Osmanlıların eline geçmemesidir. Göçe zorlanan Ermeniler İsfahan
yakınında Yeni Culfa'yı kurarlar.
Culfa kasabası, dokumacı ustaları ile
bilinir. Pek çok kaynak, Culfa'dan Osmanlı, Pers, Rusya'ya göç eden
ustalardan söz eder. Ustanın olabilmesi için dokuma tezgâhlarının ve
dokuma işlerinin olması zorunludur.
Culfa ile culfacı arasındaki ilişki
nedir?
Ermenice sözcüklerin Türkçe veya Farsçaya
düzenli çevrildiği iddia edilemez. " Culfalı dokumacılar ",
culfacılar; " Culfa tezgahları ", culfa olarak neden
kısaltılmasın?
Atalarımız da öyle yapmış olabilir. Belki
de bu biçimdeki değişikliği Ermeni ustalar yapmıştır. Ermenilerden bez
satın alanlar, bazı sözcükleri de değiştirerek benimsiyorlardı.
( Kaynak: Armenians and Russia 1626- 1796
A documentary Record- George A. Bournoutian )
Ergani'de çulfacı var mıydı yok muydu
bilemiyorum. Ama dokuma bezlerinin Çermik'ten, Malatya'dan getirildiğini
hatırlıyorum. Culfacılık Malatyalılar tarafından Çermik'e
getirilmiştir.
Faho Dedem (Fahri Değirmenci), Çermik'te
en tanınmış culfacılardan biriydi. Onun culfa tezgâhı başında oturuşu,
mekiğin elinde balık gibi, ipliklerin arasından bir sağa bir sola
kayışı, mekiğin gidiş gelişine paralel dedemin elleriyle otomatik olarak
mekiği yakalayışı ve yeniden atışı, ayaklarının peryodik olarak bir
inip bir kalkışı ve en önemlisi tezgâh başında vakurlu bir şekilde
boynundaki mahrama denilen büyük mendille alın terini silişi
halen gözlerimin önündedir.
Dedem gerçek bir emekçiydi.
Culfa tezgâhlarının boyutları çok
değişkendir. Ama yaklaşık olarak boyu 2,25 m . boyunda, 1,60 m eninde ve
2 m . uzunluğunda olurdu. Tezgâhlar atkılar, taraklar, pedallar, def,
mekikden... oluşurdu.
Culfacılıkta ilmikler tek tek değil,
boydan boya atılan atkılarla dokunur. Keleflerde/çıkrıklarda sarılmış,
yani kelef/yumak haline getirilmiş iplikler tezgâhta tek sıra halinde
atkılara gerilir. Elle atılan mekiğin iplikleri, çözgülerin arasında
gider gelir. Dokumacı tezgâh altında bulunan pedala sağ ayağıyla
bastırınca ön tarak aşağı iner; o anda sağ elle mekik tarakların
arasındaki boşluktan sol tarafa atılır ve sol elle mekik yakalanır, sağ
elle tarağı kendisine taraf çeker. Ardından sol ayakla pedala
bastırılır, ön tarak yukarı kalkarken arka tarak aşağı iner ve o anda
sol elle mekik tarakların arasındaki ipliklerin arasından sağ tarafa
atılır, sağ elle mekik yakalanırken, sol elle de tarağı kendisine taraf
çeker. Bu işlemler seri ve çok hızlı bir biçimde yapılırdı. Mekiğin
gidip gelişi ve tarağın defe her vuruşuyla yavaş yavaş bez ve bez
üzerinde desenler oluşturdu.
Bu tezgâhlarda çeşitli renk ve boyutlarda
dikilip biçilen giysi bezleri, sofra bezleri, el havluları ve şire bezi
dokunurdu. Faho Dedem en çok şire bezi, alaca bezi, sofra bezi gibi
dokuma türleri dokuduğunu ve bir eliyle mekiği atıp, diğer eliyle mekiği
yakalayışı, tarağı kendine taraf çekip defe vuruşu halen gözlerimin
önündedir. Dedemin dışında, Muharrem Sümbül, Ali Zilkif Keçeci, Ali
Süsen, Süleyman Keçeci, Veyis Değirmenci, Osman Bardakçı... tanıdığım
diğer iyi culfacılardı.
Culfaya başlanmadan önce iplerin şirez
lenmesi, kurutulması, sonra da çıkrıklarda sarılmaları gerekir.
Çıkrık , tahtadan yapılmış elle
çalışan ilkel bir iplik eğirme ve sarma aletidir. İplik
kelefleri/yumakları bu aletle yapılır.
Çıkrık, iki ayak arasında dönen bir büyük
kasnak ve bu kasnağın döndürdüğü ığ den meydana
gelir. Çıkrık bir elle çevrilirken, diğer elle de ip tutularak ipin
düzgün kelef olması sağlanır.
Marangozhanede özel olarak yapılan ve
üzerine iplik sarılan içi delik ahşap ya da kendir sapına terdek ;
terdeğin üzerine ip sarılmış ve mekikte kullanılabilir haline de masura
denir.
Çulfacılık, tekstil sektörünün gelişmesi
sonucu yok olan mesleklerden biri haline geldi. Şimdi turistik amaçlar
için, otantik ve folklorik değerleri yaşatmak için bazı bölgelerde veya
yerlerde bu meslek yeniden diriltilmeye çalışılıyor.
Goşkarlık
"Taşa basma iz olur
Kız kunduran toz olur"
Üstü kırmızı veya siyah deriden, tabanı
ise köseleden yapılan topuksuz ayakkabılara yemeni ; bu işi
yapanlara da yemenici veya köşker denilir.
Ergani'de yemeniciler goşkar
denilirdi.
Goşkarlık çok eski bir
meslektir. Bu mesleğe avcılıkla başlanmıştır diyebiliriz. İlk insanlar
avladıkları hayvanların postlarından, derilerinden kendilerine giyecek
ve yemeni yaparak bedenlerini korumaya çalışmışlardır. Hilar
mağaralarındaki Goştkar Mağarası 'nı bu anlattıklarımıza örnek
verebiliriz. Goştkar Mağarası, Tiyatronun bulunduğu geniş sal
kayalıkların altındaki doğal mağaradır. Bu mağara, kasaphane veya
yemenici mağarası olarak da bilinmektedir. Burada kayaya oluymuş bir su
kaynağı vardı.
Goştkar, et işi yapanlar anlamındadır.
Burada, yani Goştkar Mağarası'nda hayvan kesimi ve etle ilgili işler
yapıldığı sanılmaktadır. Ayrıca bu mağaranın bitişiğindeki mağaranın
ismi Şıkefta Postkara 'dır. Post/deri işi yapanlar
anlamındadır. Post ve deri tabaklama işi bu mağaranın karşısındaki
toprakla kaplı yerdeki havuzda yapıldığı söylenir.
Postkara Mağarası'nın bitişiğindeki
mağaranın ismi de Şikefta Derraba dır. Yani hayvan palanı
yapan terziler mağarasıdır.
Yemenicilik çok özen isteyen bir
zanaattı.
Yemenicilikte kullanılan deriler yalnızca
sumak veya mazı ile tabaklanır, kimyasal maddeler kesinlikle
kullanılmazdı. Dikişler çelikten yapılmış ucu sivri delici bir alet olan
biz yardımıyla çift iğne kullanılarak mumlu iple, yani
gınnap/kırnap iple tersinden dikilirdi, daha sonra da düz tarafı
çevrilirdi. Vücut elektriğini (statik elektriği) alsın diye, astar ve
taban arasına kil tabakası konulup öyle dikilirdi.
Yemeniler, tamamı el emeği olan, koku ve
mantar yapmayan kullanışlı, ortopedik ve hafif ayakkabılardır.
Keski, balmumu, gınnap, iğne, biz, çekiç,
kütük goşkarlıkta başlıca malzemelerdendir. Bu meslek, sanayileşme ve
ayakkabı sektörünün gelişmesi sonucu öldü. Eskiden yemenici olanlar önce
kunduracı , daha sonraları ise ayakkabı tamircisi
oldular.
Ergani'de 1960'lı yıllarda kunduracı
Hanifi (Kılıçkap) ve Kunduracı Cevdet (Kılıçkap) tanıdığım en iyi
kunduracılardı. Gençlerin isteklerine uygun sivri burunlu, yumurta
topuklu kunduralar ve gezdikçe ses çıkartan, evinde çeyiz hazırlayan
genç kızların yüreklerini cızıltılarıyla dağlayan botlar yaparlardı.
Çömlekçilik/Habenecilik/Kârhanacılık
"Bir testi aldım çarşıdan ucuza;
Gizli
gizli neler anlattı bana;
Bir şahdım, dedi; altın kupam vardı;
Şimdi neyim? Testi oldum şaraba." - Ömer Hayyam
Fırınlanarak yapılan kilden eşyalara çömlek
, bu işi yapanlara da çömlekçi denilir. Çanak-çömlek
yapılan yere Çermik'te kârhana deniliyordu.
Çömlekçi, dikey bir mil üzerinde hızla
dönen çarkın/diskin tam ortasına konmuş biçim verilebilir kıvamdaki bir
balçık/çamur parçasından çeşitli nesneler yapan zanaatçıdır. Dikey dönen
bu çark/disk sayesinde nesneler çok çabuk yapılır. Uzman bir el dahi
çarkla bir iki dakika içersinde yapılacak nesneyi çark olmaksızın elle
yapılması halinde ancak 2-3 günde yapabilir. Balçıktan yapılan küp,
güveç, habene/testi, kâse, saksı ve düdük gibi nesneler kuruduktan sonra
kümbet biçiminde yapılmış fırınlarda pişirilir. Sonra da satışa
sunulurlar.
Ergani'de çömlekçi atölyesinin olup
olmadığını hatırlamadığım gibi duymadım da. Ama Çermik'te dayımoğlu
Kamber Süslü'nün çalıştığı çömlekçi atölyesini gezdiğimi hatırlıyorum.
Çömlekçilik çok çok eski bir meslektir.
Bugün Anadolu ve Mezopotamya'da yapılan
arkeolojik kazılarda en çok çanak-çömlek buluntularına rastlanılması
bundandır. Bilim adamları tarihöncesi dönemleri anlatırken Birinci
Neolitik Dönem, Çanak-Çömlekli Dönem ve Çanak-Çömleksiz
Dönem olarak ele alıp incelerler. Bilim adamlarına göre, Neolitik
Dönemi'nde toprağa bağlılık çok yavaş gerçekleşse de, toprağa yerleşim
ve bağlılık insanları yeni keşiflere itmiştir. Birinci Neolitik
Dönem 'in başlamasıyla, yani göçebe insan toplulukları yerleşik
düzene geçmeye başlayınca, avcılık ve hazır toplayıcılığın yanında yaban
hayvanlarını evcileştirme ve yabanî tahılları ekip-biçme de öğrenilmeye
başlandı. Sonra taneleri öğütmek için geniş ve ağır taşların
kullanıldığı değirmenlerin yapımı, tohumların saklanması için yeni
yöntemler geliştirildi. Bu yeni yöntemlerle birlikte ilk çömleklerin
yapımına başlandı.
Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce Hilar
Çayönü'nde yaşayanlar Hücre Planlı Yapılar Evresi 'nde taşın
yanı sıra topraktan daha fazla yararlanmaya başlamışlar. Sadece
yapılarında değil, diğer günlük kullanım araç-gereçlerinde de... Kerpiç
çamurundan yapılmış kaba kaplar, kil ' tabakalar ', ev
modelleri, küçük kil toplar vs. yapmışlar.
Gordon Childe, insanın çağlar boyunca
gelişimini anlattığı Kendini Yaratan İnsan kitabında,
çömlek yapım işin başlangıcını şöyle anlatır:
" Büyük çapta çömlek yapımı Neolitik
çağda başlamıştır. ...İlk insanlar için nesnenin niteliğindeki değişim,
çamur ya da tozun taşa dönüşümü gizsel bir işlem olmalı. Belki de nesne
ve değişmezlik konularında derin düşünler esinlenmiştir. Yoğrulabilen,
plastik nitelikli kille sert, katı çömlekler nasıl aynı nesne
olabilirdi? Ateşe sokulan çömlek girerken ne biçimde çıktığında da o
biçimdir, ama rengi değişmiştir ve dokusu bambaşkadır.
Çömlek yapımı demek, az önce sözü
edilen kimyasal değişimi bulmak, bu değişime başat olmak ve bunu
kullanmak demektir ." (s: 96)
Jacquett Hawkes de, The Atlas of
Eariy Man (İlkel İnsanın Atlası) adlı yapıtında çömlekçiliğin
ilk kanıtlarının Zağros bölgesindeki M.Ö. 7000'li yıllara ait
tabakalardan sağlandığını yazmaktadır.
Mehrdad R. Izady ise, hem Çayönü'nde hem
de Ganj Dara'da (Kirmanşah yakınlarında), pişirilmiş çanak çömleğin
(pişirilmiş küçük kil heykelciklerle birlikte) ilk kez MÖ. 8. binyılda
ortaya çıktığını; dayanıklı ve çok yönlü çanak çömleğin geliştirilmesi
ev yaşamında bir devrim yarattığını ve bu teknolojinin diğer toplumlar
tarafından da ısrarla aranmaya başlandığını, sonra büyük bir hızla komşu
bölgelere yayıldığını ve 1000 yıldan az bir zaman dilimi içinde
Ortadoğu'nun her tarafında yaygınlaştığını yazmaktadır. ( Mehrdad R.
Izady, Bir El Kitabı KÜRTLER , Doz Yayınları, İstanbul
2004, s: 64. )
Diyarbakır-Ergani Karayolu üzerindeki
Ekinciler Köyü'ne yakın büyük bir höyüğün yakınında yer alan Girikihacıyan
Höyüğü (Hacılar Tepesi) M.Ö. 6000-5000 yıllarına rastlayan bir
erken köy yerleşme yeri olup, yığma duvarları, boyalı çömlekleriyle
çömlekli Neolitiğe aittir. Burada Prof. Dr. Halet Çambel yönetiminde,
P.C. Watson'ca araştırılan höyükte moloz taş duvar kalıntıları,
çakmaktaşı, doğal cam, kemik araçlar ve tek renkli çanak-çömleğin yanı
sıra Teli Halaf çanak çömleğine de rastlanmıştır.
Demircilik
"Demirciler demir döğer tunç olur
Sevip
sevip ayrılması (aman) güç olur"
M.Ö. 1400'lü yıllarda Mezopotamya'da
demirin işlenmesi yaygınlaşmaya başlayınca, zamanla çeşitli alet ve
silah yapımında tuncun yerini de almaya başladı. Ortaçağ'da ise,
gündelik yaşamın tüm alanlarına girdi. Demir maden olarak yaygınlaştıkça
başta bıçak, kılıç, balta, kalkan, mızrak ucu, gürz gibi silahların;
çeşitli ev aletleri, şömine takımları, ocak, kafes, tava, kazan, kilit,
hırdavat araç ve gereçlerin yapımında kullanılır oldu.
Tarihte ilk olarak demirin önemini
Mitanni'ler kavramıştır. Tarihte, metal ve demir aletleri olan okuryazar
toplumlar öteki toplumlar üzerinde ya üstünlük kurmuştur ya da onları
yok etmiştir. Ayrıca antikçağda demir, özgürlüğü de temsil etmiştir.
Ucuz demir, tarımı, endüstriyi ve savaşı demokratikleştirmiştir.
Friedrich Engels; demir için " tarihte devrimci rol oynayan bütün
ilkel maddelerin en önemlisidir " der; a,rdından, " Demir Çağı "nı
" kahramanlık çağı " olarak nitelendirir. Bu bağlamda Kürt
mitoloji kahramanı Demirci Kawa'yı burada anmak lazım.
Demirci Kawa: Zulme ve haksızlığa
başkaldırının; isyan, ateş ve birliğin sembolüdür.
19. yüzyıla kadar demirden üretilen
nesnelerin tümü körüklenmiş kor ateşte ısıtılan demirin örs üstünde
çekiçle dövülmesiyle elde edilirdi. Bu gelenek 20. yüzyıla kadar da
kısmen sürmüştür. Sanayileşme ve demir-çelik sektöründe dünya ölçeğinde
tekelleşmenin başlaması demirciliğin sonunu getirdi. Demircilik,
kaybolan çok önemli mesleklerden biridir.
Ergani'deki demirciler genellikle saban
demiri, yaba demiri, tırpan, orak, çapa, kazma, balta, nacak, keser,
dehre, bel gibi tarım, bağ ve bahçe işlerinde kullanılan araç ve
gereçlerin yanında çekiç, balyoz, buğavi, nal, nal çivisi, çan, murç,
kapı kilidi, kapı tokmağı, kapı çengeli gibi nesneler yaparlardı.
Bunların büyük bir kısmını kış aylarında yapar ve baharda da satışlarını
gerçekleştirirlerdi.
Demirciliğin birinci kuralı demiri
tavında dövmektir. Demircilerin nefesleri kuvvetli, kolları güçlü ve
kendileri de yürekli olur. Bütün hüneri örs ve çekiçte saklıdır.
Demircinin hası çeliğe su vermesinden belli olurmuş.
Bugün, Ergani'de demirci Muhittin
(Öztekin) mazide kalan demircilerin son temsilci olmanın buruk gururuyla
halen çekiciyle örste demiri dövmeye devam ediyor.
Tenekecilik
Tenekeden çeşitli eşya yapan ustalara tenekeci
denir.
Tenekeciler tenekeleri kesip biçer,
onlara çeşitli şekiller verir, üzerlerine kabartmalar yapar ve lehim
yaparak parçaları birleştirir.
|
Tenekeci Yaşar Aşkın sacdan
banyo kazanı yapıyor - Ergani
Foto: Esat Taştekin
|
Teneke yumuşak
çelikten üretilen, üzeri kalay kaplı ince sacdır. Binalarda çortan, çatı
olukları, soba, soba boru ve dirsekleri, maşrapalar, idare lambaları,
huniler, fıskiyeler, pekmez ve yağ-peynir kapları... tenekeci ustaların
hünerli ellerinden çıkan araç gereçlerden birkaçıdır.
Sac makası, tokmak, çekiç, örs, mengene,
mangal, körük, lehim (kalay ve kurşun karışımı), nişadır (amonyak tuzu),
havya (çekiç biçiminde ucu bakır alet), tuz ruhu (hidroklorik asit)
tenekecilerin kullandığı araç ve malzemelerin bazılarıdır. Tenekeciler
hidroklorik asitte çinko parçalarını eriterek çinkoklorür elde ederler.
Lehim yapımında bu asiti kullanırlar.
Lehim yapılırken önce kömür mangalında
havya ısıtılır ve sabun kalıbı biçimindeki nişadıra sürülür. Sonra
lehime değdirilerek bir miktar lehim eriyerek havyanın uç kısmına
yapışması sağlanır. Lehim yapılacak zemin veya nesne daha önce tuz ruhu
ile temizlenmesi gerekmektedir. Bu işlem yapılmazsa lehim tutmaz.
Ergani'de -bildiğim kadarıyla- " Tenekeciler "
lakabıyla bilinen aile tenekecilik mesleğini yapan eski ailelerden
biridir. 1960'lı, 1970'li yıllarda Ergani'de Tenekeci Ferit (Özbilici)
ve Tenekeci Haci (Hacı Demir) bu işi yapanların başında gelirdi.
Diğer kaybolan meslekler gibi tenekecilik
de, gıda ve ambalaj sektörünün gelişmesi, maden kömürünün ısıtmada
kullanılması ve kaloriferli ısıtma sistemlerinin refah nedeniyle tercih
edilmesi gibi nedenlerden gözden düştü.
Kalaycılık
"Düriyemin güğümleri kalaylı
Fistan giymiş etekleri alaylı"
Kalay, gelişimini bakır kaplara borçludur
ya da tam tersi, bakır kaplar gelişimini kalaya borçludur.
Kalayın bulunması bakırın mutfakta geniş
ölçüde kullanımına neden olmuştur. Bakır kaplar tek başına
kullanıldığında hava ile teması sonucu oksitlenmesi (kararması) ve
yiyecek, içecekle teması sonucuyla da yüzeyde bakırsülfatın oluşması
(yeşillenmesi) sonucu �i buna yaşlılarımız cenk derdi-
zehirlenmelere ve ölümlere neden oluyordu. Kalayın bakırla işbirliği, kalaycılık
denen bir mesleği ortaya çıkarmıştır.
Bakır kapların üzerini kalayla
kaplayanlara kalaycı denir.
Kalaylanacak kaplar önce örs ve çekiçle
düzeltilir. Ezik ve kırık yerler düzeltilir, gerekirse yama veya kaynak
yapılır. Sonra kum ve kömür parçaları ile temizlenir. Oksitlenen,
kararan veya kalay yapılacak yerler parlatılır, yıkanır ve kurutulur. Bu
iş için genellikle el ve ayaklar kullanılır. Kalaycılar elleriyle
duvardaki veya en yakınındaki elle tutulacak şeylere tutunup,
kalçalarını sağa ve sola çevirerek ayaklarının altındaki kapların
temizliğini kum ve kömür tanecikleri yardımıyla yaparlar. " Ne
kıvırıyorsun ?" sözünün buradan geldiği söylenmektedir.
|
Kalaycı Musa Utku
dükkânda çalışırken-Ergani Foto: Esat Taştekin
|
Temizlenen kap, körükle harlanmış ateşin bulunduğu ocakta
ısıtılır. Kalayın tutması için kabın içine toz nişadır atılır. Sonra
kalay parçası biraz ısınan kaba sürülür, bir parça erimesi sağlanır.
Büyük bir bez parçası yardımıyla eriyen kalay kabın kalaylanacak
yüzeyine tamamen yayılır. Kalaylanma işi tamamlanıncaya kadar bu işleme
devam edilir.
Bakırdan yapılmış kazan, teşt, sini,
kuşhana, lengeri, tas, saplı, sahan, kırpıklı sahan, tava, tunç kulplu
tava, cezve, sıtıl (bakraç) gibi ev ve mutfak gereçleri kalaylanırdı.
Bazı meslekler gibi kalaycılık da artık
tükenme noktasındadır. Parlak zamanlarını bakırın mutfak eşyası olarak
kullanılmasına borçlu olan kalaycılık, bakırın mutfaklardan çekilmesiyle
meslek olarak sona yaklaşmıştır. Günümüzde melamin kapların, plastik
kapların, emaye kaplamalı kapların, alüminyum kapların, porselen
kapların ve daha çok da kullanım kolaylığı ve çeşit zenginliği nedeniyle
paslanmaz çelik ve cam kapların geniş şekilde kullanılması bu mesleğe
olan ihtiyacı ortadan kaldırdı. Kalaycılık ekmek kapısı olmaktan çıktı
diyebiliriz. Turistlere yönelik bakır eşya imalatı az da olsa
kalaycılığı biraz da olsa devam ettirmektedir.
Ergani'de benim tanıdığım Kalaycılar
halim-selim ve sabırlı insanlardı.
Köylerde bu işi genellikle Karâçi
veya Âşık / Mıtrıp denilen göçebeler yapardı.
Hancılık ve Nalbantlık
"Evlerinin önü handır
Yanar
yüreğim külhandır"
Eskiden otel ve motorlu taşıt yoktu.
Başka il ve ilçelerden yük ve binek hayvanlarıyla gelenler veya
köylerden hayvanlarıyla ürünlerini pazarda satmaya getiren köylüler, hem
kendileri, hem de hayvanlarıyla birlikte kervansaraylarında veya
hanlarda kalırlardı. Han sahiplerine veya işletenlere hancı
denirdi.
Ergani'de kervansarayı olduğunu duymadım,
ama Hilar'da Riya Bezirgana 'yı (Bezirgan Yolu'nu) duydum. Bu
yol, Anadolu'dan gelip, Diyarbakır üzerinden Mezopotamya ve doğuda
İran'a, Çin'e giden büyük bir ticaret yoludur. Şimdi arkeolojik kazı
yapılan Çayönü tepesiyle çayın arasından geçerdi. Kazı sebebiyle bu yol
kayboldu.
1960'lı, 1970'li yıllarda Ergani'de
birçok han vardı. Hancı Ahmet (Uçar)'in, Hancı Ali (?)'in, Hancı Şükrü
(İşçi)'nün, Hancı Kemal (İşçi)'in hanları gibi...
Her türlü ulaşım aracının gelişmesi ve
motorlu taşıt araçlarının yaygınlaşması; otel-motel gibi konaklama
yerlerinin her yerde yapılması nedeniyle kervansaraylar, hanlar tarihe
karıştı. Şimdi Ergani'de han var mı, bilemiyorum.
|
Nalbant Güven İşçi
iş başında... (Ergani) Foto: Esat Taştekin
|
Hanlarda, ayrıca atların, katırların, eşeklerin ayaklarına,
daha doğrusu toynaklarına koruma amacıyla U şeklinde demircilerin
yaptığı nal çakılırdı. Bu nalı çakan zanaatkârlara
nalbant
denirdi. Bazı hanlarda hancı aynı zamanda nalbantlıkta yapardı.
Ayaklarına nal çakılacak hayvan, handa
önce bir yere yularından bağlanırdı. Sonra bir yardımcı hayvanın nal
vurulacak ayağını geriye doğru kaldırıp tutardı. Nalbant, hayvanı
okşayıp severek, hayvanın ayağına özenle bakarak tırnağını muayene
ederdi. Tırnak fazlalıkları bir keskiyle alınır, tırnak altı
düzeltilirdi. Daha sonra tırnak ölçüsü alınıp yanındaki nallardan uygun
olanını seçerdi. Sırayla hayvanın ayağına, daha doğrusu tırnağına
çivileri çakıp nalı tuttururdu. Bu şekilde hayvanın ayağına taş, çakıl
benzeri sert cisimlerin batması, tırnağının aşınması ve acı çekmesi
önlenmiş olunurdu. Nal çakılmadığında tırnak aşınır ve hayvan her adım
attığında tırnak kısmındaki hassas dokular acıdığından hayvan acı çeker;
iş ve yolculuk aksardı.
Nala çivi çakılırken hayvanın canı
yanmazdı, ama bazı hayvanlara nal çakarken nalbantlar çok zahmet
çekerlerdi.
Çulculuk
Çul: Beygir, katır, eşek gibi
hayvanların sırtına yük bağlamak ve binmek için kullanılan ağaç bir
iskelet üstündeki hasır/sazla doldurulmuş alt kısmı keçe, üst kısmı
genellikle desenli kilim veya çul ile kaplanmış bir tür yatak tır.
Çula, semer de denilir.
Çul yapanlara, çulcu veya semerci
denir. Sırt hamallarının sırtlarında taşıdığı arkalığa da semer
denir; bu iki semer birbirinden farklıdır, karıştırmamak lazım.
|
Çulcu Mehmet (?)
dinlenme anında sigarsını tüttürüyor - Ergani. Foto: Esat Taştekin
|
Eskiden göçebe
toplumlar, kervanlar, seyyar satıcılar, köylüler... eşya ve yüklerini
üzerlerinde çul/semer olan hayvanlar sayesinde kolaylıkla
taşıyabiliyorlardı. Bu çul sayesinde hayvanların vücudu taşıdıkları
yüklerden ötürü zarar görmeleri engellenmiş, korunmuş olunurdu. Ayrıca
binicilerin at, katır ve eşek üzerinden düşmemesi ve/veya kaymaması da
sağlanmış olunurdu.
Çulcunun ölçü birimi ya karışları veya
çula attığı çentikleriydi. Çulu yapılacak hayvanın ölçüleri bunlarla
alınırdı. İyi bir ustanın elinden çıkan çul, hayvanın sırtına
vurulduğunda hayvana kesinlikle zarar vermezdi, bir takım elbise gibi
hayvanın üzerine otururdu. Çulcular zaten kendilerini " hayvan
terzisi " olarak nitelendirirlerdi.
İyi bir çulcu, hayvanın boyun bölgesine
gelen kısmı dikerken dikiş aralarına mavi boncuk koymayı ihmal etmezdi.
Çul yapımında, ağaç iskeleler, keçe, kilim, hasır veya
kamış, deri kemerler, gınnap/kırnap ve çeşitli ip türleri gibi
malzemeler kullanılırdı. Çulcu çul yapımında iğne, çuvaldız, makas,
keski, biz, keser, testere, çekiç gibi aletler kullanırdı.
Çul veya semer, bir zamanlar yük ve binek
hayvanlarının vazgeçilmez bir donanımıydı. Binlerce yıl ulaşımda
kullanılan at, katır ve eşeklerin yerini motorlu taşıtların alması;
karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu ulaşımının gelişmesi ve
yaygınlaşması neticesinde çulculuk/semercilik kaybolan bir meslek
durumuna düştü.
Ergani'de 1960'lı yıllarda Çulcu Fedli
(Aydın) çulcuların piriydi diyebilirim.
Nalıncılık
"Ayağına giymiş sedef nâlini
Guşanmış beline Acem şâlini
Aşka düştüm kimse bilmez hâlimi"
Ceviz, dut ve meşe gibi suya ve aşınmaya
dayanıklı ağaçlardan yapılan ve ayakkabı niyetine giyilen veya hamam,
banyo gibi ıslak zeminlerde giyilen üstü atkılı, yüksek tabanlı
ayakkabılara nalın , takunya ; bunları yapan ustalara
da, nalıncı ustası , habbapçı veya takunyacı
denirdi.
" Takunyacı " deyimi bir aralar
dinsel gericiliği ifade etmek, yermek için de kullanılmaktaydı.
Nalın, lastik ve plastiğin henüz üretime
girmediği zamanlarda gözde giyeceklerdendi. Sedef kakmalısı ve gümüş
işlemelisinin yanı sıra halhallı olanı da vardı. Bazılarının
üzerine gül, çiçek ve sevimli hayvan motifleri de yapılırdı. Plastiğin
üretim malzemesi olarak kullanılmaya başlanması, seri ve daha ucuz
plastik terliklerin üretimi nalının " pabucunu dama attı ".
Nalıncı keseri, testere, törpü, nalıncı
çivisi, makas, köşker bıçağı, kösele, deri, vernik ve ağaç boyası nalın
yapımında kullanılan araç ve malzemelerdir.
Ergani'de nalıncı ustaları var mıydı?
Ben, hatırlamıyorum. Kanımca, nalınlar daha çok Çermik ve Diyarbakır'dan
getiriliyordu.
Amcam Yahya (Üzülmez), gençliğinde
-kıtlık yıllarında- genelde Ergani'de yoksul bir yaşam olduğu için,
doğru dürüst yiyecek ve giyecek bulamadıklarını, ayakkabı yerine nalın
giydiğini, çoğu kez keserle nalınını kendisinin yaptığını ve nalınla
dağlarda çobanlık dahi yaptığını halen zaman zaman anlatmaktadır.
Sepetçilik - Küfecilik
Saz, kamış, buğday sapı gibi esnek dal
veya liflerden yiyecek veya eşya taşımak için örülerek yapılan kulplu
kaplara sepet , bunları yapanlara da sepetçi denir.
Çayönü'nde yapılan kazılarda duvarları
kamıştan örülmüş evler bulunmuştur. Ayrıca, Çayönü insanları ördükleri
değişik boyda sepetleri zamanla kerpiç toprağı ile sıvayıp kaba kil
kaplar yapmışlar, bazen de büyük zahire ambarları... Bilim adamlarına
göre, neolitik insanının kültür tarihine katkılarından biri de
sepetçiliktir.
Sepetler kullanım alanlarına veya
işlevlerine göre isimler alır: Üzüm sepeti, yumurta sepeti, çamaşır
sepeti, çiçek sepeti gibi.
Sepetin kaba örgülü olanına küfe
denir. Küfeler çeşitli adlar alabilirler: Hamal küfesi, zahire küfesi
gibi. Küfeler zahire ambarlarında zahire saklanması veya tohumluk
tahılların saklanması için de kullanılırdı. Küfeler, söğüt veya benzeri
ağaçların dallarının yarılarak elde edilen dilimlerinin örülmesi ile
yapılırdı. Sırtta taşınan küfelerde ayrıca kayış veya halat askılıklarda
bulunurdu.
Abdullah (Üzülmez) dedemin kilerinde,
tahıl tohumlarını fare ve zararlı böceklerden korumak için, bir insanın
boyunu aşan çamurla sıvalı ve ağzı kapaklı 4-5 tane zahire küfesi/sepeti
olduğunu bilirim, görmüştüm.
Sepetçilik ve küfecilik taşıma sektörünün
gelişmesi, plastik ve plastik türevi maddelerden yapılmış benzer
malzemelerin kolay ve seri yapımı, ekonomik oluşu nedeniyle bu meslek de
öldü.
Ergani'de bildiğim kadarıyla sepet yapan
yoktu; Karâçî veya Mıtrıp / Âşık denilen
göçebe Kürtler ördükleri sepet veya küfeleri, zembilleri çarşı ve
mahallelerde satmaya getirirlerdi.
Sepet ve sepetçileri burada anlatırken,
Kürt edebiyatında, bir aşk destanı olarak çok önemli bir yeri olan Zembîlfiroş
'u da burada anmak gerekir.
Bu destan, bir sepet satıcısının aşkını
anlatır.
Çerçilik
İğneden ipliğe, aynadan cımbıza,
boncuktan oyuncağa, astardan kumaşa her türlü nesneyi bir eşek, beygir
veya at üzerinde veya arabalarında köy köy, mahalle mahalle gezip
dolaşarak satan seyyar satıcılara çerçi denir.
Bir köye çerçi gittiğinde kadınlar,
kızlar, çocuklar çerçinin etrafına üşüşerek; yağ, peynir, yün, arpa,
darı, mercimek gibi ürünler karşılığında bazı nesneleri alırlardı.
Karayollarının gelişmesi ve motorlu araçların yaygınlaşması, ticari
satış ağ ve yöntemlerinin ilerlemesi ve marketler zincirinin en ücra
köşelere bile burnunu sokması sonucu bu meslek tamamen öldü.
Geçmişte çerçilerin bir özelliği de
köyler arasında, beyler/ağalar arasında, aşiretler arasında, sevgililer
arasında, düşman aileler/aşiretler arasında, âşıklar/sevenler arasında
haber taşımaktı. Çerçiler, bu haber taşımayı bazen para karşılığında,
bazen de " Allah rızası " için yaparlardı.
Çerçiler çoğu kez yılanvari kıvrak
davranış sergilerlerdi; bazen de, ak güvercin gibi bir saflık ve temiz
içinde olurlardı.
II. Tarihe Karışan Eşyalar
uzak bir geçmişte değil de, sanki
dün
olmuş gibi bir şeyler kıpırdar hep içimde
Kaybolan meslekler gibi, geçmişte
kullandığımız, ama bugün artık günlük yaşantımızda yer almayan veya
hemen hemen unuttuğumuz, kullanılmayan bazı eşyalardan, nesnelerden söz
etmek istiyorum.
Bu eşyaları veya nesneleri anımsamak, o
günlerin yaşamına düşsel bir yolculuğa çıkmak demek: Bugün günlük
yaşantımızın vardığı noktanın bilince çıkması ve sanayi toplumunda
üretim ve tüketim ilişkilerinin bir sonucu olarak, tüketim toplumu
olmanın bir özelliği olarak bazı eşyaların, araçların kullanımdan nasıl
kalktığını ya da nesnelerin biçim değiştirerek bir üst aşamaya
evrilmesini görmek demektir. Ve aynı zamanda, sosyal ve ekonomik
gelişmenin bir sonucu olarak rahat ve konforlu bir yaşama geçiş sürecine
tanıklık demektir.
İşte bizleri " geçmişe götürecek "
eşya ve nesnelerden bazıları:
Saban
Saban , çift sürmeye yarayan bir
tarım aracıdır. Toprağı alt üst etmeye yarar. Sağlam ağaçtan yapılmış,
ön taraftaki uzun, arkada olan kısa üçgen şeklinde birbirine geçen bir
düzenektir. Öndeki uzun ağaçtan yapılmış saban ok unun ucu,
öküzlerin bağlı olduğu boyunduruğ un ortasında bulunan halkaya
geçirilir. Boyunduruğun iki ucunda ahlat ağacından yapılmış, öküzlerin
boynuna geçirilen sabiler bulunur. Arkadaki kısa ağaçtan
yapılmış saban kolu ise, çift sürerken tutma kolu olarak
kullanılır. Bu iki kolun birleştiği yerde ucu ileriye çıkık bir ağaç
kısım daha vardır. Buraya saban demiri (gîsin) geçirilir. Çift
sürülürken, bu demir rahatlıkla toprağın altını üstüne getirir. Saban
oku, saban kolu ve saban demirinin geçtiği bu üç parça bir kamayla
tutturulur. Öküzleri çift sürmeye iteklemek ve komuta etmek için elde
tutulan uzun çubuğa masas , masasın ucundaki delici çiviye zakut
denir.
Ben ve daha çok da kardeşim Haydar,
Abdullah dedem çift sürerken ona yardım ederdik. Çok zahmetli ve dikkat
gerektiren bir iştir. Saban demirini öküzün ayaklarına vurmak, öküzün
yaralanmasına, saban demirinin bir taşa takılması ise saban demirinin
kırılmasına neden olabilir. Bir keresinde ben çift sürerken, saban
demirinin taşa takılması sonucu kırılmıştı ve dedem çok kızmıştı.
Saban, bugün kırsalda yer yer halen
kullanılsa da, traktör ve benzeri modern tarım araçlarının kullanımı
sabanı köylünün yaşamından çıkarttı.
Kiler
Kiler , evlerin zahire odasıdır.
Evin yazlık, kışlık bütün yiyecekleri bu odada korunurdu. Eskiden evler
betonarme olmadıklarından, taş veya kerpiç kalın duvarlardan
yapıldıklarından ötürü yaz aylarında bile serin olurdu. Genellikle
evlerin en serin odası kiler olarak seçilirdi.
Kilerde, içinde katı veya sıvı
yiyeceklerin, içeceklerin olduğu kaplar, küpler, torbalar, turikler,
ender olarak da telli ekmek ve yemek dolabı bulunurdu.
Evlerde mutfak dediğimiz bölümün günlük
yaşantımıza girmesi, hem ev içinde ve hem de mutfaklarda teknoloji ürünü
çok değişik araç ve gereçlerin kullanımı sonucu kiler ve kiler kültürü
yok oldu.
Tel Dolap
Tel dolap , içersine ekmek ve
yiyeceklerin konulduğu bir dolaptır. Dolap pervazlarında cam yerine;
dolabın hava alması, sineklerin ve böceklerin içine girmemesi, içindeki
yiyecek ve ekmeğin bozulmaması için ince tel elek olurdu.
Bu tel dolaplar bazı evlerde kilere
konulurdu; bazı evlerin ise tel dolaptan haberi yoktu.
Teknolojik gelişme sonunda bu dolaplar
ömrünü tamamladı, yaşantımızdan çıktı. Tel dolap ve kilerdeki birçok
nesnenin yerini mutfak dolapları, buzdolabı, derin dondurucu gibi ev
gereçleri aldı.
Küp
Küp , eskiden evlerde bulunan
bir gereçti. Kullanım özelliklerine göre evlerde kapaklı kapaksız renk
renk, boy boy çanak küpler vardı.
Su küpü , buzdolabının
bulunmadığı zamanlarda, yazın içersine konulan suyu soğuk tutmaya
yarardı. Ayrıca evlerde su tesisatının olmadığı, şebeke suyunun
bulunmadığı zamanlarda ortak kullanılan çeşmelerden, gözelerden,
pınarlardan, kuyulardan getirilen içme suyunun muhafazası, depolanması
için kullanılırdı. Su küpleri, genellikle kahve renkli, sırsız olurdu ve
yanında da mutlaka bir su tası bulunurdu.
Kavurma küpü , içersine kavurma
koymak için kullanılırdı. Eskiden gıda sektörü ve teknoloji fazla
gelişmediğinden, güzün yapılan kavurma kış aylarında tüketilirdi. Bu
süre içersinde kavurmalar bozulmasın diye küplerde korunurdu. Bu küpler
genellikle yeşil renkli ve sırlı olurdu. Kışlık peynirler de bu tür
küplere basılırdı. Ne demişler: " Kara koyun etli olur/Kavurması
tatlı olur ".
Zahir küpleri , kiler veya
zahire odasında bulunan bulgur, pirinç, mercimek gibi zahirenin her
türlü haşere ve farelere karşı korunması amacıyla kullanılırdı. Çeşitli
boyda, renk renktiler.
Ayrıca çiftçi ailelerin evinde tohumluk
arpa, buğday, darı gibi tahılların kışın muhafaza edildiği insan boyunu
aşan küplerde bulunurdu. Şarap küpü ve altın küpü 'nü
de unutmamalıyız!
Buzdolabı, mutfak dolaplarının
kullanımıyla birlikte küpler tarih oldu. Şimdi işyerlerinde, evlerde
aksesuar olarak kullanılmaktadır.
Bardak / Habene / Testi
Eskiden her evde mutlaka bir testi
olurdu. Testi, çanak-çömlekten yapılan ve yaz aylarında içine konulan
suyu soğutması amacıyla kullanılan bir ev gerecidir. Testiye Erganiler bardak
, Çermikliler habene derdi. Testiler çeşitli boylarda,
tek veya çift kulplu olurdu.
Su, göze, çeşme veya pınardan testiye
doldurulurdu. Suyu daha iyi soğutması için genellikle dış kapı yanında
veya serin ve gölgelik yerlerde bulundurulurdu. İçersine yılan, akrep ve
başka böcekler girmesin diye testinin ağzına ya bir tülbent bağlanırdı
ya da bir kapakla ağzı sürekli kapalı tutulurdu.
Testi; buzdolabı, kar ve buzun olmadığı
zamanlarda yazın tarlada, bağda, bahçede, çarşıda, evde çok yürek
ferahlatmıştır.
Evlerde musluklardan şebeke suyunun
akması; her köşe başında pet şişe ve benzeri ambalajlarda değişik
hacimde soğuk su ve içeceklerin satılması; buzdolabı, derin dondurucu,
sebil gibi beyaz eşya ürünlerinin her yerde kullanılmaya başlanması
testileri/bardakları/habeneleri günlük yaşantımızdan çıkarttı.
Tas
"Altın tasta gül kuruttum
Yâri
sinemde uyuttum"
Tas , su bardağı yerine
kullanılırdı. Kalaylı bakır taslar su, ayran, şerbet içmeye ayrı bir
lezzet verirdi. Çeşitli büyüklükte olurlardı. Bazılarının yanda sarı
madenden yapılmış kulpları da olurdu. Su tası, ayran tası şeklinde
adlandırılırdı.
Tas, ayrıca hacim olarak alacağı miktara
göre bazen ölçü içinde kullanılırdı: Bir tas bulgur, iki tas yağ gibi...
Cam bardakların ve porselen kupaların
daha zarif, daha ekonomik, daha kullanışlı ve daha pratik oluşları
nedeniyle, taslara oranla daha çok tercih edilmeye başlandı.
Tas şimdi otantik lokantalarda ayran tası
olarak kullanılmaktadır.
Teşt
Teşt , çeşitli amaçlarla
kullanılan bir ev gerecidir. Sac, bakır, plastik gibi çeşitli malzemeden
yapılmış çukur bir kaptır. Çok çeşitli boyutlarda olabilirler. Ama
ortalama 15- 20 cm . yüksekliğinde, 30- 60 cm çapındadır. Kullanım
amaçlarına göre adlandırılırlar: Çamaşır teşti, hamur teşti, salça teşti
gibi. Teştin diğer adı, leğen dir.
Hamur teşti , içinde un elemeye,
hamur yoğurmaya, hamuru mayalandırmaya (ekşimeye) veya hamuru fırına
pişirmeye götürmede kullanılan leğendir. Yanlışlıkla esrar içen bir
annenin, un elerken, unu odanın içinde her tarafa elemesi sonucu, oğluna
söylediği iddia edilen " Anan için her taraf teşt oğlum! "
deyişini burada bir anekdot olarak anabiliriz.
Çamaşır teşti , içinde çamaşır
yıkanan leğenidir.
Bakır ve kalaylı teştler bazen de düğün,
sünnet gibi törenlerde yemek pişirmede de kullanılırdı. Teşt eskisi
kadar olmasa da bugün halen kullanılmaktadır.
Kuşhana
"Et koydum tencereye
Yâr geldi
pencereye"
İçinde yemek pişirilen bir tür metal
kapdır. Tencere de diyebilirsiniz. Kuşhanalar genellikle bakırdan ve
kalaylı olurdu. Kuşhana; ocakta, maltızda, mangal ve soba üstünde içinde
yemek pişirmek, süt kaynatmak, su ısıtmak için en çok kullanılan ev
gereçlerindendi.
Çömçe
Çömçe , ağaçtan veya bakırdan
yapılmış büyük, yuvarlak bir kaşıktır. Çömçeye kepçe de diyebiliriz.
Yemek karıştırmada, yemekleri kaplara boşaltmada ve bişme zamanı
kazandan bulamaç boşaltmada kullanılırdı.
Saplı
Saplı , 20- 30 cm . uzunluğunda
ağaçtan yapılmış sapı bulunan bir tür büyük bakır tastır. Derin tavaya
benzer. Bağ bozumunda, yani bişmede şire (şıra) aktarmada, şire
savurmada, kazandan pekmez alımında ya da boşaltılmasında; çamaşır,
banyo ve ölü yıkamalarında kazandan sıcak su alımında saplı
kullanılırdı. Uzun ağaç sapı sayesinde eller yanmazdı.
Sini
Sini , kahvaltı yapılacağı veya
yemek yenileceği zamanlar yiyecek ve içeceklerin sofrada üzerine
konulduğu bakırdan yapılmış bir ev gerecidir. Sinilere safra altlığı da
diyebiliriz. Yuvarlak olup, bir kısmı üretim aşamasındayken üzerlerine
desenler işlenmiştir. Çeşitli büyüklükte ve mutlaka kalaylı olurlardı.
Kalabalık ve zengin ailelerin sinileri büyük olurdu. Ayrıca zenginlerin,
beylerin, ağaların sinileri bakır değil, genellikle gümüş veya altın
olurdu. Sofra kurulduğu zaman sini ya sofra bezinin üstüne veya sini
altlığı denilen bir kürsü üzerine konulurdu. Sonra da yemek ve içecekler
sininin üzerine dizilirdi. Fakir fukara pek sini kullanmazdı, bunlar
daha çok sofra bezi kullanırlardı.
Bugünkü mutfak kültürü, hem siniyi ve hem
de safra bezini günlük yaşantımızdan sildi. Şimdi daha çok yemekler
yemek masalarında yenilmektedir.
Kazan
Kazan , büyük ve derin kulplu
bir kaptır. Çok geniş bir kullanım alanı vardır. Çamaşır kazanında
çamaşır kaynatılırdı, çamaşır ve banyo suyu ısıtılırdı. Yemek kazanında
kavurma kavrulurdu, yemek pişirilirdi, şire kaynatılırdı, bulamaç/pekmez
yapılırdı, bulgur kaynatılırdı, kelle paça pişirilirdi, salça
yapılırdı... Bugün sınırlı olsa da halen kullanılmaktadır.
Arap Pekmezi
Arap pekmezi , ilaç niyetine
bedence zayıf olanlara, soğuk algınlığı olanlara, öksürenlere ve
ciğerlerinden rahatsız olanlara verilirdi.
Arap pekmezi hazırlamak için ufak bir su
tası dolusu pekmezin içine yarım tahta kaşığı pul biber katılır. İyice
karıştırılır. Böylece ilaç hazırlanmış olunurdu. Daha sonra bu karışım
hastaya içirilerek, kalın yünlü bir yatakta terletilmeye çalışılırdı.
Terleme sonucu hastanın iyileşeceği düşünülürdü.
Arap pekmezi denildiği gibi sağaltıcı bir
özelliği sahip midir? Bilemiyorum.
Taş Soku
|
Hilar kayalıklarında
köylü kadınlar sokuda bulgur dövüyor - Ergani.
|
Soku , içinde tokmakla bulgur,
yarma, döğme veya kuru biber dövülen büyükçe taştan oyulmuş bir
gereçtir. Sokunun bir adı da dibektir. Pirinci kabuğundan ayırmak veya
bulguru dövmek için kullanılan dibeklere
dink de denir.
Eskiden aile, konu komşu, mahalleli, köy
sakinleri sokudan ortaklaşa faydalanırlardı. Bulgur veya benzeri şeyler
dövüleceği zaman kadınlar ve gençler imece usulü çalışırlardı. Kadınlı
erkekli, bir kişi veya iki kişi karşılıklı, dövülecek nesneyi sokuda
sırayla tokmaklardı. Bir kişide sokunun başında durup, dökülenleri
sokunun içine atardı. Hem tokmak vuranlar ve hem de sokunun başında
taşan nesneleri sokuya atanın eline tokmak değmesin diye çok dikkatli
davranırlardı.
Sokuda kurutulmuş acı ve tatlı kuru
biberler (kurutmuş isot) dövülerek toz ve pul biber de elde edilirdi.
Soku başında dedikodular yapılır,
türküler söylenirdi. Oğlan anaları, gelin adaylarını bazen soku başında
hamaratlı kızlardan seçerdi.
Hilar köyünün güneybatısında Şikefta
Dolaba (Dolaplı Mağara) diye bir yer var. Burada normal dink
taşlarının 4,5 misli büyüklüğünde bir Kevre Dinge (Dink taşı )
vardır. Geçmişte hangi amaçla kullanıldığı bilinmiyor. Romalılar
devrinde esirlerin döndürdüğü taşlara benzer. Nebati yağ imalatı ve
benzeri işler için kullanıldığı tahmin edilmektedir.
Ve yine yakın zamana kadar Dinkçi Şükrü
Güler atla taş döndürerek döğme ve bulgur dövme işini yapardı.
Her tür gıda ürünlerinin marketlerde,
bakkallarda satılmaya başlanmasıyla soku ve bulgur, döğme, kuru biber
dövme işi de günlük yaşantımızdan çıktı.
Kozik ve Ocak
Eskiden her evin önünde veya havlusunda
etrafı taş veya kerpiç duvarla çevrili eğreti yapılmış köşeli veya
yuvarlak içinde ocağın bulunduğu bir alan vardı. Bu alana kozik
denirdi. Evin ekmeği, yemeği burada pişirilir; çamaşır suyu veya banyo
suyu burada ısıtılırdı. Ocak sürekli tüterdi. Bağ, bahçe ve
dağdan getirilen odun, üzüm teveklerin dalı sete, ağaç ve tevek çubuğu
çirpi ve hayvan gübresinden yapılan tezek ocakta sürekli yanardı.
Ayrıca her evin aralık denilen
giriş salonunda bir tane ocak daha bulunurdu. Yemek pişirme, su
ısıtmanın dışında, kışın ocak evi ısıtırdı. Kışın ocak başında
toplanılarak günlük gelişmeler, doğumlar, ölümler, bağ bahçe işleri
konuşulurdu; konu komşunun dedikodusu yapılırdı, masallar anlatılırdı.
Ocaktaki ateşin uzun süre kalması için üzeri külle örtülürdü. Sonraları
bu ocakların yerini, altında bir gaz bölümü olan ve üzerindeki bir pompa
yardımıyla sıkıştırılan gaz yağının yanması esasına dayanan gaz
ocakları aldı.
Gaz ocağı daha çok yemek
pişirmek için kullanılırdı.
Eskiden ocağı yakmak başlı başına beceri
isterdi: Ocakta ateş sönmüşse, komşudan ateş istenirdi. " Komşu
komşunun külüne muhtaçtır " deyimi buradan gelir.
Kültürümüzde " ocağın sönmesi "
kötüye, " ocağın tütmesi " iyiye yorumlanmıştır hep.
Sıvılaştırılmış petrol gazının (LPG'nin)
yaygınlaşması, tüple (LPG ile) çalışan ocak ve fırınların çıkması, kozik
ve ocağı günlük yaşantımızdan çıkarttı.
Ocak üzerinde sacda pişirilen Fetir denilen
yufka ekmeğin ve mayalanmış hamurdan yapılan ekşili ekmeğin
tadını hiçbir fırın ekmeği vermez.
|
Sac üzerinde et, biber ve
domates kebabı yapılıyor - Ergani.
Foto: Şahin Üzülmez
|
Ekmek
Sacı
Ekmek sacı, sacdan yapılmış bir ev gerecidir. Yuvarlak olup,
çapları 25- 50 cm . arasında değişir. Her evde mutlaka kozikte veya
ocak yanında bir ekmek sacı bulunurdu. Adından da anlaşılacağı gibi,
ocak üzerinde ekmek pişirmede kullanılırdı. Fetir ekmek, ekşili ekmek,
kıymalı ekmek, peynirli ekmek... hep sac üzerinde pişirilirdi.
Bu sac üzerinde biber kebabı, ciğer
kebabı, et kebabı da yapılırdı. Bu sac kebapları çok lezzetli olurdu.
Ayrıca, nohut yapımında da kullanılırdı.
Bunun için ters çevrilmiş sacın içersine yıkanmış ince bırakılırdı. Bu
kum ateş üzerindeki sacda iyice ısıtılırdı. Sonra kavrulacak nohut
kızgın kumun içine dökülüp, kavruluncaya kadar kumda karıştırılırdı.
Kavrulmuş bu nohuda " Kürt leblebisi " denirdi.
Sac, höllük yapımında da kullanılırdı.
Mantiz (Maltız)
Ocağın dışında hemen hemen her evde bir
tane mantiz bulunurdu. Mantiz, yaklaşık 40 cm . yüksekliğinde,
25 cm . çapında sacdan yapılmış yuvarlak bir tür ızgaralı ve ayaklı
taşınır ocaktır. Izgara üzerine ocakta yanmış kor ateş veya ağaç
kömürünün ateşi konularak yemek pişirilir, çay kaynatılır ve su
ısıtılırdı.
Mantizda pişen yemeğin tadını hiçbir şey
vermez derler.
Mantiz, günlük yaşantımızdan çıkıp gitti;
teknoloji canına okudu.
Kül Kabı
Ocakta yanmış ateşin külü atılmazdı
eskiden. Kül, eski tenekelerde, kırık küplerde biriktirilirdi. Bu
kaplara kül kabı denirdi. Sabun kıt olduğundan, deterjan
denilen temizlik malzemeleri bulunmadığından dolayı, biriktirilmiş bu
külle çeşme başında, gözede, pıharda (pınarda) veya dere kenarında kap
kacak yıkanıp, temizlenirdi. Ayrıca kış mevsiminde damların üstüne
serpilirdi; dam üzerindeki toprak sertleşip eve yağmur ve kar suyu
damlamasın ve de damı loğ larken loğ damın toprağını
kaldırmasın, dondan dolayı damın toprağı çatlamasın, çamur loğa
bulaşmasın diye.
Kül, çamaşır yıkamada da kullanılırdı.
Bunun için önce çamaşır kazanı kurulurdu. Sonra kazana su doldurulur ve
kazanda kaynatılacak çamaşırlar kazanın içine batırılırdı. Bu arada
kazanın altına ateş atılır. Kül bir torbaya doldurulup ağzı bağlanarak
kazandaki suyun içine atılırdı. Kazanda su kaynamaya başlayınca kül
etkisini gösterirdi. Külde kaynatılmış çamaşırların hem mikrobu ölmüş
olurdu, hem de çamaşırlar daha temiz ve yumuşak olurdu.
Kül, ayrıca kuru üzüm yapımında da
kullanılırdı. Kuru üzüm yapımında kullanılan kül genellikle fırınlardan
getirilirdi. Üzümün kurutulması şöyle yapılırdı:
Ocak üzerine kurulu bir kazana su
doldurulur. Ocakta ateş yakılarak kazandaki su ısıtılır. Isınmaya
başlayan kazandaki suya bir teneke kül dökülür ve küllü su iyice
karıştırılır. Su kaynadıkça suyun üzerindeki köpük ve kömür, çöp gibi
yabancı cisimler kevgirle üstten alınır. Kazandaki su kaynama sonucu
kazanın hemen hemen yarısına gelince kurutulacak üzümler söğüt dalından
yapılmış kulplu sepetlere içine konularak kazanın içindeki kaynar küllü
suya batırılıp-çıkarılır. Haşlanan yaş üzümler daha önceden hazırlanmış
üzüm döküm sahasına dökülerek serilir, güneşte kurutulmaya bırakılır.
Kurutulan kırmızı, siyah, sarı üzümler
kışın çerez olarak yenilirdi veya hoşafı yapılırdı.
Hamam Tası
Hamam Tası , su tasından tamamen
farklı, yaklaşık 20 cm . çapında, 6 cm . yüksekliğinde yuvarlak, ortası
hafif göbekli, bakır, gümüş veya sarı metalden bir tastır. Su
kabağından olanlar da vardır. Çok zengin olanların hamam tası altın veya
gümüşten olurdu. Çeyiz sandıklarının önemli eşyalarından da biridir
aynı zamanda.
Kadınlar hamama giderlerken, hamam
bohçalarının içinde hamam taslarını da götürürlerdi.
Modern yaşamın bir gereği olarak her evde
banyoların olması, çeşmelerden sıcak suyun akması sonucu hamam tası
günlük yaşantımızdan yavaş yavaş çıktı veya çıkıyor.
Hamam Bohçası
Hamam Bohçası , hamama giden
kadınların temiz giyeceklerini, sabunlarını, keselerini, liflerini,
hamam tasını içine koydukları işlemeli, süslemeli, nakışlı bezdir.
Kadınlar gününde veya seansında hamama
giden kadının sosyal statüsünü hamam bohçasının rengine, kumaşın türüne
ve bohça üzerindeki nakşa bakarak kestirmek mümkündü. Zengin kadınların
hamam bohçaları daha gösterişli olurdu; bunların bohçalarını ya hizmetçi
kızlar veya küçük çocuklar bahşiş karşılığı taşırdı.
Tokaç/Köpüç
Tokaç , çamaşır dövmeye veya
toprak damların bitim kenarlarını, yani sivük leri sıkıştırmaya
yarayan sağlam ağaçtan yapılmış ev gerecidir. Sap kısmı 15 cm ., gövde
kısmı ise 25 cm . kadardır. Tokacın diğer adı, köpüç tür.
Apartman yaşamına yavaş yavaş geçilmesi,
deterjan türlerinin çokluğu, çamaşır makinesinin yaygınlaşması ve
evlerin tavanlarının beton veya üzerlerinin çatı ile kaplanması sonucu
tokaç ömrünü tamamlayıp tarihe karıştı.
Kil
Eskiden kadınlar saçlarını bir toprak
türü olan kille yıkarlardı. Hamamda veya evinde banyo yapacak kadın, bir
gün önceden kil leğenine bir miktar kuru kil koyup sulandırırdı. Buna, kil
ıslamak denirdi. Kadınlar banyo bitiminde daha önce sabunla
yıkanmış saçlarına çamur halindeki kilden avuç avuç sürüp, sonra da
bütün saç baş üzerinde toplanarak kille iyice çitilenirdi. Çitilenmeden
sonra, saç suyla iyice durulanırdı. Kil saçlara parlaklık ve yumuşaklık
verirdi. Ayrıca kilin saçları güçlendirdiğine de inanılırdı.
Kil, aynı zamanda keseyle veya lifle
birlikte vücudu yıkamak için de kullanılırdı.
Kozmetik sanayinin gelişmesi, çeşit çeşit
şampuan ve saç kremlerinin piyasaya çıkması sonucu kadınlar kil
kullanmaktan vazgeçtiler.
Ergani'de iyi kil Büyükbahçe, Narlık ve
Bağür'de bulunurdu.
Höllük
"Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte bebek beledim"
Eskiden çocukların altını bağlamak için höllük
kullanılırdı. Höllük, bebeklerin altına, çişi ve kakası beze
bulaşmasın, bacak araları pişmesin diye konulan topraktır.
Höllük için temiz bir yer seçilir, üstten
15- 20 cm . kalınlığında toprak kazıldıktan sonra alttan çıkan toprak
eve getirilip elekten geçirilirdi. Un gibi olan toprak ekmek yapmak için
kullanılan sacın tersine konur ve iyice kavrulurdu. Soğuduktan sonra
bez torbalara konup ağzı bağlanarak kullanmaya hazır hale getirilirdi.
Eskiden bebeğin altına konan Muşamba
da evde yapılırdı. Bu iş için yeterince yumuşak bir bez iki kişi
tarafından gergin olarak ateşin üzerinde tutulur, üçüncü kişi beze
balmumu sürerdi. Muşamba, bezin erimiş balmumuna batırılmasıyla da
hazırlanabilirdi.
Pişikler için değişik krem ve
pomatlarının çıkması höllüğü; hazır bebek bezlerinin çıkması ise,
muşambayı günlük yaşantımızdan çıkardı. Çocuklar için kullanılan bu
nesneler tarih oldu.
İbrik
İbrik , tenekeden, sacdan,
bakırdan yapılan ve içersine su koymaya yarayan kulplu, ağızlı/emzikli,
testiye benzer bir kaptır. Teneke ibrikler daha çok tuvaletlerde
kullanılırdı. Bakır ibriklerde daha çok el yüz yıkamada, abdest almada
kullanılırdı. El yüz yıkanacak ibriğin yanında bir de sabun olurdu. Evin
hanımı, gelini, kızı veya küçüğü el yüz yıkanırken veya abdest
alınırken ibrikten büyüklerin eline su dökerdi. Sonra da omzunda bulunan
havluyu verirdi.
Günümüzde plastik ibrikler bazı camii
tuvaletleri ve karayolu dinlenme tesislerinde halen kullanılmaktadır.
İbrik deyip geçmeyin. Tarihte çok
önemli(!) bir yeri vardır. Sarayda ibrik ve leğenden sorumlu olan
kişilere İbriktar , sarayın harem dairesinde leğen ve ibriklere
bakan ve padişahın özel hizmetini gören karavaş lara da İbriktar
Usta denildiğini unutmayın!
Tabi, padişah ibriklerinin altından
oluşlarını da...
İdare Lambası / El Çırası
İdare lambası , sac veya
tenekeden yapılmış bir aydınlatma aracıdır. Ters huniye benzer. Alt
kısmındaki hazne kısmına gaz yağı konulurdu. Üstten boruya benzer
kısmından içinde yağ bulunan haznenin içine bir fitil salınırdı. Fitil
gaz yağını bünyesine çekerdi. Fitil kav veya kibritle yakılarak geceleri
aydınlanma(!) sağlanırdı. İsli yanardı. Çok yandığında gaz yağı
kokusundan ve dumandan insanın başı ağrırdı.
İdare lambasına, El Çırası ve Şinanay
da denir. " Şinanay yavrum şinanay " şarkısındaki şinanay
'ın idare lambasıyla bir alakası var mı acaba? Ne dersiniz?
İdare lambasın yerini sonraları Gaz
Lambası ve Lüx aldı.
Gaz Lambası
Gaz lambası , idare lambasının
biraz daha gelişmişidir. Gaz lambası, adından da anlaşılacağı gibi gaz
yağı ile aydınlanmayı sağlar. Alt kısmında bulunan hazne kısım camdan
yapılmıştır, içine gaz yağı konulur. Üstünde içinden fitil geçen koza
denen bir metal mekanizma bulunur. Lamba camı bu mekanizmaya
geçirilir. Ağaların, beylerin evlerinde Lüx denen aydınlatma
cihazı bulunurdu.
Gaz lambası yakılacağı zaman lamba camı
çıkartılıp, fitil kibrit veya çakmakla yakıldıktan sonra lamba camı
yeniden takılırdı. Cam lamba islenince kozasından çıkartılıp, kuru,
yumuşak bir bezle silinirdi. Gaz lambasına Çıra da denilirdi.
Gaz lambası kapatılacağı, söndürüleceği zaman " lambaya püf "
edilirdi.
Elektriğin yaygın şekilde kullanımı gaz
lambalarının sonunu getirse de, günümüzde elektrik kesildiğinde bazı
evlerde halen kullanılmaktadır.
Taht
Eskiden konu komşu birbirini
tanıdığından, güven duyduğundan, toplumsal doku bu kadar
kirlenmediğinden yaz geceleri damlarda yatılırdı. Durumu iyi olanlar ve
keyfine düşkün olanlar damlara taht kurarlardı. Maddi durumu
iyi olmayanlar yataklarını doğrudan dama sererlerdi. Taht, çift kişilik,
karyoladan biraz büyükçe, iki basamakla çıkılan, etrafı parmaklı
yatacak bir yerdi.
Taht evin avlusuna, daha çok da dama
kurulurdu. Tahtın etrafına içerisi görünmesin diye bez gerilirdi. Üstü
açık kalırdı.
Hem damda ve hem tahtta çok yattım. Ara
sıra damdan ve tahttan düşmeler olsa dahi, damda yıldızlara bakarak
yatmak, yıldızları saymak ve kayan yıldızları izlemek çok güzeldi.
Toplumsal dokunun kirlenmesi, mal ve can
güvenliği sorununun yaşanması, bu güzel geleneğe son verdi.
Buğavi
Buğavi , atların ayağına
takılan, uçlarında birer kelepçe olan, ortalama 50 cm . uzunluğunda bir
zincirdir. Atların çalınmaması veya başka yere gidip kaybolmaması için,
bir önlem olarak atın ön iki ayağına takılır.
Şimdi ne at kaldı, ne de buğavi.
Çıngırak / Zil
Çıngırak veya Zil ,
işaret vermek, uyarmak, çağırmak için kullanılan ve bir çan ile bir çana
vuran bir tokmaktan oluşan, elle veya başka düzeneklerle çalışan metal
bir gereçtir.
Eskiden eşeklerin, katırların,
koyunların, keçilerin... boynuna asılırdı. Çıngırak sayesinde
sahiplerine bir nevi nerde olduklarını haber verirlerdi.
Kervanın başında yürüyen eşeklerin
boynuna asılı çıngırağın sesine kervandaki tüm develer itaat ederlerdi.
Çıngırağın büyüğü Çan, kiliselerde
çalınarak inanan Hıristiyanları kiliseye davet eder.
Çıngırak, daha kibar bir ifadeyle zil
cumhuriyetle birlikte okullarımızda kullanılmaya başlandı. Zil
çaldığında tüm öğrenci ve öğretmenler derse girerdi; ikinci defa zil
çaldığında ise, teneffüse çıkılırdı.
Şimdi okullarda merkezî yayınla
elektronik cihazlardan yerli ve yabancı müzik parçaları çalınarak
derslere giriş ve çıkış yapılmakta. Oysa biz zili elimize alıp merdiven
başında başımızın üstüne kaldırarak çalardık; arkadaşlarımıza ve
öğretmenlerimize derse giriş ve çıkış saatlerini bildirirdik.
Zili eline alıp çalmadıktan sonra, zil,
zil mi olur?
Yazık oldu bizim zillere.
Tarih oldu bizim ziller.
Sonuç:
Kaybolan meslek ve nesneler üretimde çok
önemli rol oynadılar, ama bugün tarih oldular ya da oluyorlar.
Ben, insan yaşamında üretimin çok önemli
bir yerinin olduğuna inanırım. Üretmeden tüketen toplumlarda haktan,
hukuktan, dürüstlükten, namus ve ahlaktan söz etmenin bir anlamı
olacağına inanmıyorum, ama bazen üretmek ve çalışkan olmak da yetmiyor
veya yeterli gelmiyor. Burada belirleyici olan, üretim araçlarının,
üretim ilişkilerinin gelişmişlik seviyesi, üretimin nicelik ve niteliği
oluyor. Eğer üretim ilişkileri ve üretim araçları ilkelse, üretim yoğun
emeğe dayanıyorsa, birim zamanda üretilen ürün nicelik olarak çok azsa,
yoğun teknolojiyi kullanan gelişmiş ülkelerle rekabet etme şansımız
olmaz: Politik, ekonomik ve teknolojik gelişmelerin karşısında
ürettiğimiz değerlerin önemi kalmaz.
Geriye dönüp baktığımızda bunun böyle
olduğunu görürüz.
Yerel, ulusal veya yerli olandan geriye
ne kaldı?
Güneş karşısında eriyen kar gibi,
yarattığımız değerler buharlaşıp uçuyor. Her şey, ama her şey; hızlı
gelişen teknolojik atılımlar ve değişen politikalar sonucu uluslararası
tekellerin ve onların uzantılarının eline, egemenliğine geçti, geçiyor.
Yiyecekler, giyecekler, yaşama biçimleri ve düşünceler tek tipleşmeye
yöneliyor, yönlendiriliyor.
Burada bu durum iyidir veya kötüdür
tartışmasına girmiyorum. Sadece bir tespit yapmaya çalışıyorum.
Örneğin: Bizim Ergani'nin Meydanı'nda Karcı
Edo gibi ustaların kendi elleriyle, karla yaptıkları dondurmalar
artık yok, her yerde artık uluslararası bir tekel olan Unilever
ürünü Algida çeşitleri, Cornetto 'lar var. Tatlıcı
Hasan'ın "Datli" diye bağırarak, Meydan'da başının üstünde
tepside sattığı kehribar sarısı, bal süzmesi gibi şerbetli, bol sinek ve
sarı arılı o güzelim halkalı tatlılar nerede? Her yerde, her tarafta;
evlerde, kahvelerde, işyerlerinde, büfelerde, marketlerde bir İsviçre
tekeli olan Nestle 'nin çikolata ve ürünleri ya da Kraft
Foods Deutschland kökenli Milka 'lar var artık. Peki,
bakkallarda avuçla avuç satılan ve renkli olanlarına çocukların ve
köylülerin bayıldığı o Delükli (delikli) şeker 'lere, o
akidelere ne oldu?
Burada, eski olanın yeni karşısında
kendini koruyamamasının yanında, hatta daha ziyadesi, uluslar ötesi
olanın karşısında yerli ve yerelin yok olması, silinmesi olayı
yatmaktadır. Bu sadece Ergani ile sınırlı olan bir olay değil,
Türkiye'de ve hatta tüm dünya genelinde hızla yayılan ve yaşanan bir
olay. Yerel, bölgesel ve ulusal olan ne varsa bir bir ya yok oldu ya da
uluslararası tekellerin, egemen çevrelerin egemenliğine girerek etkisiz
bir duruma düştü; bizler de seyrettik.
Bu, biraz da gelişmelere karşı doğru
çözümlemeler üretemediğimizden oldu kanımca.
Ne dersiniz?
3,11 ve 19-30 Haziran 2007 tarihleri
arasında Ergani Postası gazetesinde dizi olarak
yayınlandı.