çocukken ki futbol kuralları
1. İyi oynayan iki kişinin aynı takımda yer almamasına dikkat edilirdi.

2. Maçlar minyatür kalede oynanıyorsa, penaltı boş kaleye ters şekilde topukla vurulurdu.

3. Maçların hayali kale direkleri arası adım ile sayılır, olmaları gereken yerler iki taş ile işaretlenirdi.

4. Hava kararınca, ezan okununca, anne-baba çağırınca maç biterdi.

5. Üç korner bir penaltıydı.

6. Topu patlatan parasını öder, patlak top ikiye kesilip kafaya takılırdı.

7. `Frikiklerde açıl biraz` denince `Burası Ali Sami Yen mi` şeklinde cevap verilirdi.

8. Takımlar kurulurken ilk oyuncuyu seçme hakkı, adım almayı iyi bilenindi.

9. Kaleci topu 3 kere sektirirse rakibe `Açılsana 3 kere sektirdim` derdi, rakip açılırdı; efendilik vardı.

10. Top insanın pek münasip olmayan bir tarafına gelirse herkes `İşe işe!` diye bağırırdı.

11. Penaltılarda kaleci değiştirilirse 2 penaltı atılırdı. Eğer ilk penaltı gol olursa ikincisi atılmazdı.

12. Abanma ve burun vurmak yoktu, vurulursa eleştirilip kınanırdı.

13. Tanju, Rıdvan, Metin, Ali, Feyyaz, Hagi, Hakan, Hami gibi dönemin popüler futbolcularının adı alınırdı.

14. Topun sahibi tüm kuralları koyar, takımı kurar, kaleyi seçer, istemediği kişileri topuyla oynatmazdı.

15. Klişe laflar vardı: `At bakayim abinin kıllı göğsüne!`

16. Elin avantajı olmazdı.

17. Bel üstü gol sayılmazdı.

18. Taçtan kendi önüne atıp başlatılınca, taç değişirdi.

19. Maçı izleyen küçük bir grup varsa, penaltı olup olmadığına o karar verirdi, saygı vardı.

20. Maçlarda eğer iddia varsa ödüller genel olarak Algida Max, eskimo, meybuz, 2,5 litrelik kola vb. ürünlerden oluşurdu.

21. Pas vermeden sadece çalım atarak gol atılırsa sayılmazdı.

22. Frikiklerde baraj mesafesi, frikiği kullanacak olan kişinin koca bir zıplayışının akabinde 3 koca adım atmasıyla belirlenirdi... Büyük atılan adıma karşılık olarak rakip takım "sen tuvalete de mi böyle gidiyon?" diyerek ortalığı kızıştırırdı.

23. Top, oyun alanı içerisindeki herhangi bir arabanın altına kaçarsa büyük bir şevkle arabanın altına yatılıp top alınırdı. Topu ilk kim kaparsa o takımda başlardı.

24. Gol olduktan sonra eğer tartışmalar olursa ve golü yiyen takımın bir oyucusu golü kabullenirse rakip takım direk o kişiyi yüceltip "adamın gol diyo" diyerek golü alırlardı. Golü kabullenen kişi de kaleye veya defansa alınırdı.

25. Varsa hakeme yapılan en dolu dizgin hakaret: "hakeme gözlük, eline de sözlük" tü.

26. Oynayacakların sayısı eğer tek ise, güçsüzlerden biri devre değiştirerek gönlü alınırdı.

27. Penaltılarda eğer takımınız açık ara farkla öndeyse kaleciye vurdurulurdu. Ama en güçlü forvetiniz penaltıyı kullanacaksa, hemen rakip kalecinin gönlü alınırdı: "Merak etme olm, teknik vuracam."

28. Sabit bir kaleci yoksa 2 golde bir veya dakika usulü oyuncular aralarında değişirdi. Kalecilik sırası "Sonum bir Allah" diye kim başlarsa o kişiden geriye sayılırdı.

29. Dizde veya ayak ucunda top sektirerek de sıra belirlendiği olurdu (genellikle 9 aylık veya 21 aylık gibi oyunlarda). Bu durumlarda ilk sektirmek isteyen "Birim bir Allah, kırmızı bayrak, yeşil kitap" derdi.

30. Kaleci oyuncu kavramı vardı. Takımların genellikle iyi oyuncuları bu kutsal göreve kendilerini adarlardı.

31. Eğer bir oyuncu faule maruz kalmışsa ama devam etmek istiyorsa, rakip futbolculardan birinin yürümesini dahi bahane ederek: "Adamın devam ediyor." derdi.

32. Milli birlik ve beraberliğimiz mahalle maçlarında başlamıştır. Önce maçlar yapılır... Centilmenlik skora yansımazsa sopalar, taşlar konuşurdu.

33. Atan alır spor vardı. Eğer top kime çarpıp çıkmışsa topun gittiği yer neresi olursa olsun koşa koşa gidip alırdı.

34. Mahallenin abileri kaleci alıştırırlardı ve buna göre puan verirlerdi. Aralarında kavga eden çocukların puanı kesilirdi.

35. Skor ne olursa olsun akşam saati yaklaştığında "Golü atan kazanır." kuralı işlerdi.

36. Maçlardan sonra su sırasına girmek ayrı bir davaydı ve mutlaka koşa koşa gidilirdi. Genellikle yaşlı amca veya teyzeler, zemin katta oturanlar bu işin acımasız kurbanlarıydı.

37. El kasti değilse (bunu da o zamanlar nasıl ayırıyorsak hiç anlamış değilim) o top direkt kaleye kullanılmaz, "kasti değilki oğlum, gol olmaz." denirdi...

38. Eğer kaleci dahil herkes çalımlanmışsa; o top çizgiye kadar götürülür ya popo dürtmesi yada yere yatıp kafa, burun, alın gibi vucut kısımlarının dürtmesi ile gol atılırdı.

39. Kalecinin degajla gol atabilmesi bir yetenekti fakat gene de gol sayılmazdı. Karşılıklı atışmaların sonunda yoldan geçen herhangi biri hakem yapılırdı ve sonuca o karar verirdi.

40. Para o zamanlar kolay bulunmadığından maçın hangi takım tarafından başlatılacağına; bir tarafına tükürülmüş yassı bir taşın havaya atılıp, yaş mı,kuru mu seçiminde doğru tarafı bilen tarafın başlaması yöntemi ile karar verilirdi.
eski gördes meslekleri

Burada ele alınan meslekler unutulmuş ve unutulmaya yüz tutmuş mesleklerdir.

1. BOYAHANECİLİK

Gördes halıcı bir memleket olduğu için halıyı dokuyanların yanı sıra, dokutanlar da vardı. O yıllarda üç tane büyük boyahane vardı. Bunlardan Kadayıfçıların Hakkı Beyin boyahanesi fabrika teklinde büyük idi. Bu sülâle sonraları İzmir'e göç etmiştir. Boyacı Tevfik Beyin (Altan) boyahanesi Cuma mahallesindeydi. Ayrıca Küçük Asım Bey'in (Ahmet ve Dr. Faruk Öğüt'ün babası) ve Efendelili Molla İbrahim Bey'in (Refik Atay'ın dedesi) de birer boyahaneleri vardı. Halı iplikleri Uşak'ta imal edilir, boyasız olarak Gördes'e getirilir, bu boyahanelerde boyanırdı. Bitkilerden elde edilen Kök boyalar kullanılırdı.

Osmanlı Devletinde Orta ve Batı Anadolu’da, bu günkü tütün ziraatı gibi tarlalara “Boya Otu” ekilirdi.Kırmızı renk veren bu bitki kumaş ve halı ipi boyamada kullanılmış, yıllarca yurt dışına da ihraç edilmiştir. Sentetik boyaların çıkmasıyla bu tarim bırakılmıştır.(A-6)

2. HALICILIK

* Gördes'in kendine has halı motifleri nelerdir?

* Halı nasıl dokunur, kullanılan araç gereçler nelerdir?

* Ünlü halı tüccarları kimlerdi?

* Dokumacılık ve kilimcilik var mıydı?

* Türkülü halı hikâyesi neydi?

* Ayşe Kızla Vato’nun hikayesi.

Eski Gördes'te memurların ve yabancıların dışında hemen herkesin evinde halı tezgâhı vardı. Daima Gördes düğümü olarak bilinen Çift düğüm kullanılırdı. Gördes Batı Anadolu'nun en önemli halı merkeziydi ve halı seccadeleri ile ünlüydü. Bu seccadeler çok zarif olup, kadifeyi andırırlardı. Osmanlı sarayının ihtiyacı da buradan karşılanırdı (A-1).

Başta Konya Mevlana Müzesi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve İstanbul Sultanahmet Halı Müzesi olmak üzere, yurt dışında Victoria ve Albert Müzeleri, Berlin Türk İslam Eserleri Müzesi, Budapeşte Uygulamalı Sanatlar müzesinde eşsiz Gördes halı örnekleri mevcuttur. Ne yazık ki, bu güne kadar halılarıyla ünlü Gördes, tarihi halı örneklerinin sergilendiği bir halı müzesine sahip olamamış, camilerdeki eski halıların bir kısmı çalınmış, bir kısmı da yetkililerce toplanarak muhtemelen güvelere teslim edilmiştir. Geçmişte yöneticileri bu konuya kafa yormamış, çaba sarf etmemiş, belki de imkan bulamamışlardır. İlçemizin bu günkü yönetici- lerinin konuya el atarak bu ciddi eksikliği gidereceklerini ümit ve temenni ediyoruz.

Gördes'e has halı motifleri vardı ve bunların ekserisi seccade türü idi. Bunlar; Kız Gördes, Sinekli Gördes, Asmalı Gördes, Marpuçlu Gördes, Madalyonlu Gördes, Karanfilli Gördes, Elmalı Gördes, Mecidî Gördes, Kızıl Gördes, Şamdanlı Gördes, Direkli Namazlık, Çakıroğlu, İncesulu idi.

Dokuyanlar bugün olduğu gibi genellikle kadın ve kızlardı. Erkeklerin birçoğu bilir, fakat çok azı dokurdu. Halı malzemelerini tüccar verir, dokuyucu halıyı bitirdikten sonrayevmiyesini alırdı.

Halı dokunurken Çakı, tahta veya demir Kirkit, Makas gibi aletler kullanılır. Halı tezgâhının alt ve üstünde delikli, halının gerildiği çam kerestesinden yapılmış iki "Halı ağacı" vardır. Çift sıra çözgünün üst ve alt uçlarının arasında parmak kalınlığında demir çubuklar yer alır. Bu demir, üst ve alt halı ağaçlarına 15-20 cm aralıklı deliklerden iri çiviler geçirilerek tutturulur. Üstteki ağacı çevirmek ve ipleri germek için "Çeki" denen ucu çatallı, sağlam meşeden bir ağaç kullanılırdı. Çeki aşağıya doğru indirilip yeterli gerginlik

Bağlandıktan sonra, Urgan ile yan ağacın altına bağlanır. Sonradan Mengene denen demirler kullanılmaya başlanmıştır. Tezgâhın ortasında "Güzü" denen yatay duruşlu bir ağaç daha vardır. Sayıları yüzlerle olan çapraz iki sıra dikey iplere "Çözgü" denir. Bunlar yündür, ancak pamuktan ise "Eriş" adını alır. Güzünün üst ve altında çözgü iplerinin arasında birer tane kargı bulunur. Yukarıdaki kargı çapraz ipleri açmak, aşağıdaki kargı ise aradan "Argaç" denen atkı ipleri kolay geçirmek için kullanılır. Argaç Kaskan denen atık kumaş ve düşük kaliteli pamuktan yapılan Adana ve Malatya bez fabrikalarında üretilen kalın iplerdir. Güzünün üstündeki renk renk yün yumaklardan aşağı doğru uzanan uçlardan "Halı örneği"ne uygun düğümler atılır ki, bu düğümlere "İlmik" denir. İlmikler çapraz iki tel arasından geçirilir ve üzerine argaç atılarak kirkitle vurulup sıkıştırılır.

Koyunların nisanda kırkılan tüylerine Yapağı, eylülde- kilere ise Yün denir. Halı için yün daha makbuldür. Halı tüccarları bunları Simav, Balıkesir fabrikalarında yün ipliği (İlme) haline getirilir, sonra Gördes'teki boyahanelerde boyanırdı Eskiden tamamen kök boya kullanılırken, sonraları sentetik boyalar yaygınlaşmıştır. Boyahaneden gelen "Çile" adı verilen yün demetler alınır, "Elemne"ye geçirildikten sonra Yumak haline getirilerek sarılır. Pamuktan olan argaç ise, elemnede yumak haline getirilmez, küçük çileler haline getirilir ki, buna "Mekle" adı verilir. Düğümler bir sırayı tamam- ladığında buna da "Sıyırdım" adı verilir. Çözgüdeki tel sayısına göre 40, 50, 60 sıyırdım bir "Yevmiye" yapar. Daha önceleri6000 düğüm bir yevmiye sayılırdı.

Halı dokuyan kişi, iki "Halı sandığı" üzerine konan "Halı tahtası" üzerine oturur. Halı sandığının içinde bazan halı yumakları, bazan tiftik veya kırpıntılar konur. Sandıkların sayısı ihtiyaca göre 2-3'e çıkarılarak dokunulacak seviyeye çıkılır. En geniş büyük halılarda yan yana 2 ila 5 kişi birlikte halıyı dokurdu. Bunlardan biri diğerinin önünde giderse, diğerine "Gedik" denen kademeli eğik bir sınır bırakır. Ancak burada kesinlikle hak geçirilmez. Yevmiye bitince, kırkmayı kolaylaştırmak için yeni dokunan kısım elle demet demet çekilerek ön uçları yolunur.

Yumuşak ve kabarık olan bu artıklara "Tiftik" denir. Tiftik yatak ve yorgan içini doldurmada kullanılır. Ya da "Kirman"la eğirilerek ip haline getirilir ve kilim dokumada kullanılır. Normal halılarda yevmiye bitince, yün halılarda ise 5-10 sıyırdım dokununca 35-40 cm. boyundaki özel "halı makası" ile dokunan kısım kırpılır. Makasın iki ucu, iki el yardımıyla aynı anda sıkılarak uzun uçlar kısaltılır, kesilir. Buradan çıkan kısa yün iplik parçalarına "Kırpıntı" denir. Bunlar da yatak ve yastık doldurmada kullanılır. Halının dokunması tamamlandığında 5-6 cm. eninde kilim kısmı dokunur ve 10 cm. yukarıdan çözgüler kesilir. Üstte kalan artık ipler "Ulama" denen bir usülle birbirine eklenerek kilim ya da bazan halı dokumada tekrar kullanılır.

Tüccarın talebine göre, halı kaba ya da ince dokunur. Kaba halıda bütün işlemler kalın ve seyrek yapılır, kaba kakılır. Böylece az malzeme ve işçilikle daha büyük halı elde edilir. Halıya el sürülünce ipler bir tarafa yatar. İnce halıda ise, tam tersi yapılır. Argaç incedir ve daha çok kakılır. Böylece daha ince halı elde edilir. Halı 5-10 sıyırdımda bir kırpılır. Tüylerine el sürülünce diktir ve kadife hissi alınır. Bu tür halılar pahalıdır. Üçüncü ve en kıymetli halı ise, atkısı, çözgüsü ve ilmikleriyle tamamen yün olan ince halıdır. Mutlaka "Kök boya" kullanılır. Bunların kirkitleri de farklı olup, daha sık aralıklıdır. Bunlar 2-3 sıyırdımda bir kırpılır. Halı dokumada kullanılan uzunluk ölçüsü, yakın zamana kadar da süren Osmanlı dönemi ölçüsü olan "Arşın"dı. Arşın 68 cm olup, 8 "Urup" ve 16 "Gire"ye ayrılırdı.

Eski Gördes'in ünlü halı tüccarları ya da firmaları şunlardı:

* Nalbantoğlu Osman Ağa, Şark Halı şirketinin Gördes temsilcisi olup, Muammer Osmanağaoğlu'nun babasıdır.

* Kadayıfçızadelerden Mehmet Efendi ve oğlu Hakkı Efendi ( Kadayıfçı)

* Horozoğulları

Bu üç firma yurtdışına halı ihraç eden önemli kişi ve kuruluşlardı. Ancak 1929-1932. yıllarda yaşanan dünya ekonomik krizi döneminde yabancılardan halı paralarını alamadıkları için iflas etmişlerdir.

* Germiyanlı Ahmet Efendi

* Büyük Asım Bey (Büke) ve Küçük Asım Beyler (Öğüt)

* Leblebici Ahmet Efendi (Ünal) (Halıcı Mehmet Ünal'ın babası) ve Murtaza Bey (Ünal)

* Sıtkı Babayiğit

* Tevfik Sarıoğlu ve Hakkı Güven

Gördes'te kilimcilik ve dokumacılık da vardı. Kilim halı gibi basit tezgâhlarda dokunurdu ve 200'e yakın tezgâh vardı. Dokumacılık ise daha iptidai olup, sınırlı miktarda en fazla ise Karakeçili ve Tomaşa köylerinde 100 kadar tezgahta dokunurdu.

Burada değerli araştıracı Mehmet Önder'in "Efsane, Destan ve Öyküleriyle Anadolu Kentleri" adlı kitabında (A-7) yer alan "Gördes ve Türkülü Halı Hikâyesi" bölümüne de yer vermek istiyoruz:

On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Türk halıcılığı ününü dünyaya duyurur. Batı ülkelerine halıyı ilk olarak Osmanlı Türkleri götürür. Bu yüzyıllarda Anadolu'nun batı bölgesinde üç büyük halıcılık merkezi vardır. Uşak, Kula ve Gördes. . . Bu üç şehirde dokunan halı ya da seccadeler, yalnız Osmanlı saraylarını, köşklerini, konaklarını süslemez, bunları Avrupa antika pazarlarında etek dolusu paralarla satarlar. . . Özellikle Gördes'in kırmızı, lacivert, mavi zemin üzerine çifte mihraplı seccadelerine diyecek söz olmaz. Yıllar yılı solmayan renkleri, bir has bahçeyi andıran çiçek motifleriyle, cıvıl cıvıl, hayat doludur Gördes halıları. . . İbrik, şamdan, kandil desenleri içinde, bir usta ressamın fırçasından çıkmış tablolardır bunlar.

Gördes'te halıları genç kızlar dokur. Gördes düğümü dedikleri, çift atmalı bir tür düğüm vardır ki, tüm Anadolu'ya yayılmış, Türk halılarını, öteki ülkelerin halılarından ayıran bir özellik olmuştur. Gördes düğümü, hem halının ömrünü uzatır, hem de halıya bir kadife inceliği verir. Gördes, Türk halıcılığında, halı sanatımızda bir okul olmuş, tezgahlarında dünyanın en güzel halıları dokunmuş, bu yüzden Gördes'in şöhreti dünyaya yayılmıştır.

Bugün dünyanın neresinde bir halı müzesi görürseniz, Gördes halısını baş köşede bulursunuz. Manisa ilinde bir ilçe merkezi olan, yine de halı tezgahlarını elinden bırakmayan Gördes, işte böyle bir Gördes'tir.

Yeryüzüne halıyı ilk getiren milletin Türkler olduğunu sanat tarihçileri bir ağızdan söyler. Düğümlü ilk halıyı dokuyan da Anadolu Selçukluları devrinde Türk kadını olmuştur. Renge büyük bir özlemle sarılan, rengi renkten ayıran Anadolu kadını, giyiminde kuşamında, gergefinde, tezgâhında, tutam tutam renkleri nasıl işler, tabiat güzelliklerini halısında, kiliminde ölümsüzlüğe ulaştırır. Yalnız renkleri değil, desenleri de kendi bulur, iç dünyasını, aşkını, özlemini bu desenlerle dile getirir. Kız Gördes dedikleri bir tür duvar seccadesi vardır, bakmaya doyum olmaz. Gülen, konuşan, halay çeken, türkü söyleyen, tüm sevgisini bir tezgâhta halıya döken sembolik bir şiir gibidir bu seccadeler.

Türkülü Halı Hikâyesi

Bunlar Gördes'in sessizlik içinde konuşan yürek yürek sevda dolu halıları. Bir "Türkülü halı" hikâyesi vardır Gördes'in, anlatırlar:

Gördes, Manisa'da beyliğini kuran Saruhan oğullarının idaresinde iken, Saruhan Beyi'nin oğlu, bir sabah erken kır atına biner, Gördes caddelerinden geçer. Derken yolu üzerindeki bir pencere açılır, bir baş uzanır. Bey oğlu bir de ne görsün? Büklüm büklüm saçları omuzlarına dökülen bir güzel ki, ömründe böylesini görmemiştir. Cilveli bir gülücük, sonra kapanan bir pencere. Oğlanın aklı başından gider. Ertesi sabah atının dizginini yine Gördes'e çevirir. Yine açılan pencere, yüzünü gösteren güzel. Bey oğlu deli olacak. Hayali gözünden gitmiyor. Üstelik derdini de kimseye açamaz. Bekar mı, evli mi, dul mu? Üç gün, beş gün, bir ay derken bir sabah, Bey oğlu, pencerenin önünden geçerken bir işaret verir, bununla bana bir haber gönder demek ister ve yürür. . . Ertesi sabah, aynı caddeden geçen Bey oğlu, genç kızın penceresi önündeki balkondan aşağıya sarkıtılmış bir halı görür. Halıya şöyle bir göz atınca yüreği ferahlar. . . Halı üzerindeki renk ve desenleri şöyle yorumlar:

Yaşım on beş,

Yüreğim yanar ateş,

Bekliyorum seni,

İste babamdan

Al götür beni.

Ondan sonrası kırk gün kırk gece süren düğünle sonuçlanır. Gördes en güzel kızını Manisa'ya uğurlar. Düğün şenliğinin önünde, sancak gibi bir halı dalgalanır gider. Ardından türküler söylenir, Gördes halısının türküsüdür bu:

Bu aşkın dumanı tütmez odumdan,

Her seher gül yüzün çıkmaz yadımdan,

Götür beni beyim tut kanadımdan,

Kor gibi ateşle yandırdın beni,

Divaneler gibi döndürdün beni.

Gördes yalnız, ince belli, fidan boylu halıcı kızlarıyla değil, kadın kahramanlarıyla da tarihe mühürler adını. Kurtuluş savaşı yıllarında, yirmi yaşındaki Gördes kızı Makbule'nin, kocası Halil Efeyle birlikte, Türk çetecileri arasında omuz omuza, süngü süngüye Yunanla nasıl savaştığını, vatan savunmasında nasıl destanlaştığını herkes bilir. Ne yazık ki, bu kahraman kadın, Gördesli Makbule, 24 Mart 1922 gecesi Kocayayla baskınında başından aldığı bir yarayla Türk şehitleri arasında, adını ölmezliğe ulaştırır. Halk arasında Gördes'in Dişi Arslanı diye ün yapan Makbule'yi yalnız Gördesliler değil, Türk milleti hiçbir zaman unutmayacaktır.

Gördes küçük bir Batı Anadolu şehridir, ama ünü büyük, şöhreti dünyaya yayılmıştır.

Bir dönem lise ders kitaplarında yer alan, okuduğu zaman her Gördesli genci heyecanlandırıp, gururlandıran, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun (A-8) “Bir Gördes Halısının Hikayesi”ni anlatan yazısını buraya almamak olmazdı. Şöyle ki:

“Ayşe Kızla Vato”

İştah ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra, köpüklü kahveler arasında içilen sigaraların dumanlarından kulübün yemek salonu hayli sislenmişti. Bir tarafta iddialı av sohbeti, diğer cihette Meclis-i Mebusan müzakereleri sonrası bir siyaset mücadelesi, şu köşede bir kaç asil gencin, belki, bir güzel kadın tarafından aldatılmış bir refikaya karşı kahkahaları, ekseri müdavimleri yaşlı, vekarlı zatlardan mürekkep olan bu mahfilin havasını haz ve neş’e rüzgarlarıyla dalgalandırıyordu.

Bizim sofrada bahis, Türk, Macar ve Lehlerin (Polonyalı) tarihi külah ve libaslarının(elbise) müşabehet -lerine (benzeyiş) dairdi. Konyağın son damlasını emen Kont “Geza... ” iri sigarasını silkelerken ecdadının eski hilatlariyle (kaftan) kendisinin biriktirdiği asarı nefise (nefis eserler) kolleksiyonunu göstermek için bizi konağına davet etti.

Benimle beraber Amerikalı, İtalyan ve Alman dört yemek arkadaşı, kulübün avlusunda bekleyen, konutun otomobiline girdik. On dakika sonra kendimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıkları tıraşlı bir uşak, sağ tarafta üstü koyu güvez çuha ile kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde bu ailenin atalarına ait bir kaç yüz çarık, çizme, terlik, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş sedirde, ceviz dolapların parlak camları arkasında, sahte birer kibar tavrıyla duruşlarında gizli tuhaflık vardı. Kont’un katibinin arkasında diğer bir odaya dahil olduk. Burada oymalı iki abanoz koltuk ve iki masada iki büyük demir kasa ile ortada bir camlı müstakil masa vardı. Bu masanın cam sathı altında firuze, mercan işlemeli, gümüş oymalı telkari bıçaklar, yatağanlar serilmişti.

Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekmeceler içinde, gümüş tepsiler üstünde, bize gösterilen elmaslı, yakutlu sorguçlar, safirli ve firuzeli kılıç kemerleri, murassa (değerli taşlarla donanmış) kadın ve erkek düğmeleri, gümüşlü, mineli eski Türk ve Macar üzengileri, el aynaları, önümüze yığılıverdi. Bu hanedana ecdattan kalan ve daima büyük oğula intikal eden bu kıymetli aile hatıralarının bu suretle dikkatle saklanmasını takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük hazine-i Karun idi.

Geniş merdivenden yukarı kata çıktık. Burada yemek odasından salona kadar gümüş leğen ve ibrikten, ufak incili yastığa kadar bütün eşyanın bir kıymeti, bir inceliği vardı. Camekanın iç tarafında Asya ve Avrupa’nın hemen her tarihi milletine ait olmak üzere pırlantadan akike, altından pirince kadar, belki üç yüz yüzük, kadife yivler arasında sıralanmıştı.

Duvardaki pastel ve yağlı boya nefis levhalara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi Kont’un yazı odasında idik.

--İşte, dedi, Macaristan’da bir eşi bulunmayan bir hakiki “Vato”

Bu tahminen seksen santim boyunda ve elli santim eninde bir tablo idi. Ormanda bir pınar başında kurulmuş bir sofra... Kenarda bir genç saz çalışıyor. İki taze uzanmışlar dinliyorlar, biraz beride iki kadın arkası katmerli ve kabarık libaslar ile raks ediyor, görünüyorlardı.

--Şimdi, bundan kıymetli bir şey göstereceğim.

Parmağıyla o meşhur Fransız ressamın levhasının yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu bir Gördes seccadesiydi. Çimdi bütün gözler bu nefiseye çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan Amerikalı ile ressam İtalyan seccadenin yanına yaklaşarak altından küçük ilmiklerine bakıyorlardı.

Koyu mavi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı zırhlar ile çevrilmiş ve ortası dört ve sekiz köşe madalyonlar le bezenmişti. Kenarın, zırhları ve madalyonun içleri anlaşılmaz nakışlarla dolu idi. Bunlar çapraşık karışık, fakat uyumlu, perişan dağınık fakat muntazam, hiç bir şekle uymaz fakat hendesi (geometrik), ne çiçek, ne yaprak fakat düşünce, ne resim ve ne hendese, fakat ince idi... Vato’nun yaz levhası yanında, seccadenin bu hali başka türlü, sanki sırf tasavvufi, ruhani, manevi bir bahar şekli arzediyordu, O derece renkler uygun ve tatlı idi.

Kont, halının karşısına geçmiş:

--Bakınız! Bakınız! Diyordu; şu çiçeklerde maviden kırmızıya, kırmızıdan sarıya ne latif bir ahenk ile geçiriliyordu, Boyalara bu garip imtizacı, bu hayale gelmeyen güzel imtizacı veren hangi ilimdir, hangi terbiyedir. Sanmam ki Türkiye’de halıcılık mektebi bulunsun, diyordu.

--Hayır.

--Ben, Hind’in, İran’ın o üstlerinde oklarla vurulmuş ceylan, kaplan resimleri, çelimsiz süvarileri, bücür insanlar, kurbağalara benzer kuşlar işlenmiş halıları sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu gibi tabii maddeler, yarım ve iptidai surette taklit olunmuştur. Türk halılarında tabiatı taklitten eser yoktur. Bütün nakışlar tuluat ve icadtır. Bütün bu hüner, munis ve düşündürücü bir garabettir. Nakışları birbirine benzer iki halı görmedim.

--Hatta bir halıdaki mukabil iki şekilden bile biri diğerine tamamiyle müşabih(benzer) değildir.

Bu Gördes halısıyla, Vato’nun tablosu karşısına tesadüf eden ipekli eski Kıbrıs kumaşı kanape ve koltuklara oturduk. Şimdi ziyaretçiler hane sahibinin verdiği sigaraları savuru- yorlardı.

Kont dedi ki:

--Bir gün fakir düşsem, belki Vato’yu satabilirim. Fakat aile yadigarı eşyam ile bu halıyı elimden çıkaramam sanıyorum.

Tarihi, değerli eşya ile dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bükük durması beklenen bu Türk sanatının, bu Türk zevkinin, bu Türk kadınlığının saltanatı huzurunda gönlüm iftiharla, ihtiramla (saygıyla) çarpıyordu. Gözlerim ıraklara doğru daldı. Kurutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve nihayetsiz bir çölün ortasında bir bardak buzlu su bulan yolcu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm, düşündükçe ağlamak istedim.

Gözümün önüne geliyordu:

Harap Gördes kasabası. Balçıktan karanlık, ocak dumanlarından sisli evleri. Melul ve sakin ahalisi.... Kapısının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk benizli ihtiyar kadınları. Halı tezgahının önünde bir kaç kırık tahta iskemlenin üstüne oturmuş, başını önüne eğmiş bir “Ayşe kız” ile iki küçük arkadaşı, halının erişleriyle argaçları arasında kınalı parmakcıkları titreyerek didiniyorlar ve en büyüğü:

Gece bir ses geldi derinden, derinden

Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden?

manisi, Arabistan’da silah altındaki “Mehmet”ini düşünerek yavaş, yavaş fısıldarken kara gözlerinden üstüne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mahrumiyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhani bir şekil alıyor.

Artık dumanlı gözler, önümüzdeki örneğe bakmıyor, titreyen eller argaçların tellerini saymıyor. Kederli, fakat necip, usta fakat esrarengiz bir ruhun sevkiyle gelişi güzel argaçlar renk renk ilmikleniyor....

Ben bu levhayı böyle görüyorum.

Ey tatlı kokulu kır menekşeli, Ey karanlıklar içinde nur ağlayan mahzun yıldızı! Ey Ayşe kız! Sen bu nefis şaheseri nasıl meydana getirdin? Mektep, üstad görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vato ile imtihan meydanına girdin? Ve aynı şeref mevkiini kazandın? Bu feyz, bu istidat, bu zevk sana nereden geldi?...

Ey Ayşecikler!... Avrupa’nın zeka merkezlerindeki müzelerde sizin saf fakat üstün eserleriniz için ayrı ayrı salonlar, sergiler açıldı. Muhafızlar tayin edildi, Hüner- lerinizin inceliklerini, güzelliklerini anlamak için mütehas-sıslar zuhur ette. Bu ne kudret, bu ne feyizdir?!..

Siz yalnız usulüm ve emsalim haricindeki bir usta, bir ressam, bir mühendis, bir nakış değilsiniz. Türklüğün ruhundaki sağlamlık ve vakarı gösterecek manaları misalsiz nakışlarınızla, rumuzlu ilhamlarımızla izhar eden birer de şairsiniz. Onun için Anadolu halılarının bütün bir tarihimizi gösteren yiğitlik ahengini, mest edici anlamını İran ve Hint halılarında görmemem.

Ey Türk ili! Viranelerinin enkazıyla mamureler (şehir, kasaba) süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki, soğumuş küllerinde ateşler gizlidir. Baykuşlarından bülbül sedası gelir... Ey Türk kadını, ırkında ne hünerli bir feyz vardır ki, hem ölüme asker yetiştirir, hem ebediyete hüner eriştirirsin! Seni benden çok evvel takdir edenler, yine Vato gibi ressamların vatandaşları oldukları için beni affet!...

Budapeşte, 20 Nisan 1334(1914)

3. TERZİLİK

* Eski Gördes'te ünlü erkek terzileri kimlerdi?

* Bayan terzileri kimlerdi?

* Nakış ve dikiş kursları nasıl başladı?

Terzilik mesleği halâ mevcuttur. Ancak hazır giyimin çok yaygınlaşması dolayısıyla, müstakil çalışan terzi sayısı son derece azalmış ve iş hacimleri de küçülmüştür.

Eski Gördes'teki meşhur erkek terzileri arasında; Terzi Ziya Bey, Terzi Servet (Rahmetli Terzi Sadık'ın babası), Terzi Ahmet (Bağcı), Terzi Mehmet (Altan), Terzi Hasan (Kabasakal), Terzi Kemal (Yarenoğlu), Terzi Osman (Matara) vardı. Terzi Ziya Bey bayanlara da elbise dikerdi.

1920 ve 1930'lu yıllarda yaşlı bayan olarak iki mahalle terzisi vardı. Bunlar Terzi Emine Molla ve Avolanların Naciye Hanım idi ve " el makinesi ile dikiş " dikerlerdi. Sonraları İstanbul'dan gelen Terzi Zehra Hanım (Engin) ve talebesi Terzi Ayşe Altan (Büke) birinci sınıf terzi oldular. Ayşe hanım evlendiği 1940 yılına kadar terzi olarak çalışmıştır. Onun öğrencisi Terzi Mürüvvet Hanım (İlker) 1941'den itibaren onun yerini almış, birçok terzi yetiştirmiştir.

1934' den itibaren senede bir ay süreyle devletin düzenlediği ve hocaları dışarıdan gelen "nakış ve dikiş kursları" başlamıştı. O yıllarda dikiş makinesinin en meşhur markası "Singer" idi. "Ayaklı dikiş makinesi" ilk defa Terzi Ayşe Hanım tarafından kullanıldı. Bundan sonra devlet devamlı statüde, kızlar için biçki ve dikiş kursları veren "yurt " açtı. 1960'lı yıllardan sonra da "Akşam Sanat Okulu" bu sahada faaliyetlere katıldı.

4. MÜHÜR KAZICILIĞI

* Mühür kazıtmak ne demektir?

* Mühür nasıl bir şeydir?

* Kimler mühür kazırdı?

* Topal Hafız bu işe nasıl başladı?

Okur yazar olmayan insanlarımız resmi işlerinde imza atamadıkları, imza yerine ad ve soyadlarının, soyadı kanunundan önce aile lâkaplarının yer aldığı mühürler kullanırlardı. Bazen okur yazar olanlar eskiden resmi işlerinde mühür kullanmışlarsa, aynı resmi dairelerce yine mühür kullanması istendiğinden, mühür kullanmaya devam ederlerdi.

Mühür yaklaşık 0. 5 cm eninde ve 2. 5 cm. boyunda olur, dikdörtgen düz bir yüzeyine sivri bir "Tığ" ile isim kazılırdı. Arkasında 2 cm. kadar bir sapı vardır. Kazıma ve oyma işleminden önce mengenede yazı kazınacak yüzey, törpüyle düzleştirilir. Boş mühürü kazırken tutmak, sabitlemek için, ortadan yarılmış 4 cm çapında ve 25 cm. boyundaki kuru bir meşe ağacı alınır. Bir ucuna 5-6 cm. mesafeden hazırlanan bir oluktan iple birbirine bağlanır. Mühürün sapı bu ağaca kıstırılır ve sabit kalması için de arka kısmın arasına kama şeklinde bir tahta kıstırılır. Bundan sonra ucu sert ve sivri tığ ile ad kazınırdı. İlk zamanlar eski harfler kullanılırken, harf inkılâbından sonra yeni harflerle yazılmaya başlanmıştır.

Eski Gördes'te mühür kazma işini Alanyalı Bekir Efendi yapardı. Daha sonraları bu işi Birgivilerin Hafız Şevket de yapmaya başlamış. Topal Hafız veya Pulcu Topal Hafız olarak da tanınan bu şahıs, Çanakkale Harp malulü olup Bakkal Abdullah Bilgili'nin de babasıdır. Topal Hafız Eski Gördes'te bakkallık yapardı. Babası Müderris Abdullah Efendidir. Ödemiş'in Birgi kasabasından Gördes'e gelip yerleşmiş, Buradaki medreselerde talebe okutmuştur. Birgivî lâkabı buradan gelmektedir.

Topal Hafız'ın mühür kazımaya başlaması ilginç bir olay üzerine başlar. Bir gün 1932'de Alanyalı Bekir Efendiye mühür kazıtmak ister. Ancak fiyatta anlaşamadıklarından, öfkeyle dükkânına gelip daha önce yapılışını gördüğü işi dener. Başarılı da olunca bu işi yapmaya başlar ve meslek sahibi olur. Sonra bir gün gidip Alanyalı Bekir Efendiye hayır dua ettikten sonra "senin sayende meslek sahibi oldum" demiştir.

5.TESTİCİLİK (BARDAKÇILIK)

1930-1935'li yıllarda şehrin kuzey tarafında, Namazgâh yakınında bir bardakhane vardı. Sahibi Konyalı Bardakçı Mustafa Efendi idi. Özel bir çamurdan, dönen tahta bir tekerlek üzerinde şekil verilerek elde edilen bu bardaklar (desti) fırınlarda pişirilirdi. Bu işten para kazanan, kâr eden bu adamı Gördesliler "Kârhaneci Mustafa" diye tanırlardı. Bu tabir çok kâr eden anlamında kullanılmasına rağmen, bu lakaptan hoşlanmazdı. Onun vefatından çok sene sonra Gördesli Hasan Ali Efendi (Kıyıcıların) çay kenarında bir bardak, desti atelyesi açtı. Bu işten zengin oldukları için Gördesliler bu aileyi "Yeni Zenginler" diye anmaya başladı. Rahmetli Yeni Zenginin Kadri (Kıyıcı) onun oğludur. Günümüzde Kadri Kıyıcı'nın oğlu Hasan Ali Kıyıcı, zor şartlarda desticilik işini devam ettirmektedir.

6. BAKIRCILIK VE KALAYCILIK

O yıllarda geçerli mesleklerdendi. Plaka halindeki bakır işlenerek çanak, tas, tencere ve benzeri ev aygıtlarını imal ederler, sonra da kalaycılara kalaylatıp satışa sunarlardı. Bilhassa Ramazan öncesi evlerde bakır kaplar kalaylatılıp, Ramazana hazır hale getirilirdi. Meşhur kalaycı ve bakırcılar; Kalaycı Süleyman (Karagöz), Kalaycı Abdullah (Kalay) ile Bakırcı Bahçıvan Hakkı (Onat) idiler.

7. DEMİRCİLİK

Eski Gördes'te Hüseyni Baba türbesine doğru gidilirken sağ tarafta birkaç tane sıcak demirci vardı. Bunlardan birisi Dobanoğlu Osman Ağa (Kafadar) isimli yatly bir zat idi. Ayryca Dobanların Halil Ağa, Arap Bilal (Öğe) (Arap Hatice Hanımın babası) ve Hakkı Çakıcı da demircilik yapardı. Osman Ağanın tabanı sertleşmiş toprak olan geniş bir dükkânı vardı. Deriden yapılmış bir körük ile ateşe hava üflenerek ateş canlı ve kuvvetli tutulur. Bu ateşte kor haline getirilen demir örs üzerinde çekiçle dövülerek şekillendirilirdi. Yakıt olarak çam kömürü kullanılırdı. Burada çapa, kazma, nacak, balta, tırpan, satır, saban demiri imal edilirdi. Usta bir çırağı ile tempolu olarak demiri döverken, bir diğer çırak da körüğü çekerdi. Çekiçle örs üzerinde şekli tamamlanan alet sıcak haldeyken suya sokulur, buna "demire su verme" denirdi. Bu demirin suda kalma süresini usta tayin eder ki bir usta sırrıdır. Bu kalma süresine göre demir çelikleşirdi.

8. KAHVE DİBEKÇİLİĞİ (DÖVÜCÜLÜK)

Gördes'te Kahveci Süleyman Ağanın (İlker) dükkâ- nının alt tarafındaki küçük bir dükkânda Dövücünün Süleyman Ağa (Ağartıcı) faaliyet gösterirdi. Kahve dövmede kullanılan, yekpare mermerden yapılmış, içi 40 santim kadar derinlikte dikdörtgen bir aygıttır. İçine konan kavrulmuş kahve tahta bir tokmakla dövülerek toz haline getirildikten sonra küçük terazilerde tartılarak müşteriye satılırdı. Dibek kahvesi diğer kahvelere göre daha makbul idi. O zamanlarda Gördes'te çay bulunmadığı için kahve tüketimi daha çoktu. Bir adam birisinin kahvesini içerse artık onun hatırı kırılmaz, hürmet gösterilirdi. Kız görmeye gidenlere mutlaka kahve ikram edilirdi.

Evlerde ise, 15-20 santim uzunluğunda 7-8 santim çapında sarı pirinçten yapılmış, hemen her evde bulunan el değirmeni, kahve öğütmek için kullanılırdı. Kavrulmuş kahve el değirmeninin üst tarafındaki kapağı açılıp içine konur, kapatılır ve el değirmeninin sapı çevrilerek öğütülen kahve en alttaki haznede birikir.

9. TÜFEKÇİLİK VE KUNDAKÇILIK

Bu usta dükkânında av tüfeği, tabanca imal ederdi. O vefat edince oğlu Tüfekçi Hüsnü Usta (Çelen), ondan sonra Tüfekçi Abdullah Usta (Bilgin), o da ölünce rahmetli Tüfekçi Ahmet (Arat) usta oldu. Bu ustaların hepsi gayet güzel tabanca, çifte tüfek ve çiftelerin ceviz kundağını yaparlardı. Bunlar gramafon tamiri de yaparlar, işlerini de iyi bilirlerdi.

10. YAĞCILIK VE YAĞHANELER

* Halkın yağ ihtiyacı nasıl karşılanırdı?

* Yağ nasıl çıkarılırdı?

Gördes'te Kavakdibinde üç tane yağhane vardı. Buralarda susam ve haşhaş yağı üretilirdi. Bunlardan birinin sahibi Bayraktarların Mustafa Usta, Bayraktarların Fevzi (Şakçı) (Rahmetli Mustafa Hoşaf'ın kayın babası), diğeri ise Necip Usta idi. Gördes'te o zamanlar zeytin yoktu, dolayısıyla zeytin yağı pek az kullanılırdı. Ancak bugün pek az üretilen susam ve haşhaş, o zamanlarda bol üretilirdi. Herkesin tarlasında kış ihtiyacı için bir parça haşhaş bir parça da susam ekilirdi. Çuvallarla eve getirilen bu mahsuller, kışın yağ ihtiyacı olduğunda 5-10 kilo tenekelerle, dağarcıklarla, küçük torbalarla yağhaneye götürülür, yağı çıkarılırdı.

Yağhanelerde mengeneler vardır. İki büyük soba borusu kalınlığındaki demir üstünvare (silindir) yan yana gelir ve içeriye doğru dönerler. Bir depodan bunun ortasına azar azar susam akıtılır. İçeriye doğru döndüğünden arada sıkışan susam altına ezilmiş olarak geçer. Ezilmiş haldeki susam ya da haşhaş büyük tavalarda kavrulur ve sıcakken kıl torbalara doldurulur. Ağzı sıkıca bağlanan bu torbalar mengenenin presi altına konarak sıkılır. Çıkan yağ altındaki hazneye dolardı. Kavrulmanın faydası yağın daha kolay çıkması içindir. Çıkan yağ tenekelere doldurularak evlere götürülür. Kalan kısma Küspe denir ve hayvan yemi olarak kullanılır. Küspe yağhane sahibine kalırdı. Yağhaneciye bu hizmeti karşılığında ya para, ya da bir miktar yağ verilirdi.

Haşhaş yağının kendine has bir kokusu vardır ve pek makbul değildir. Ancak susam yağı bugünkü çiçek yağından çok daha kıymetli ve güzeldir. Özel hoş bir koku ve lezzeti olan susam yağı çok da faydalıdır. O zamanlarda ayçiçek yağı bilinmezdi. Bilhassa tatlılardan baklava ve saraylıda, kızartmalarda, hamur içi yemeklerde kullanılırdı.

11. HALLAÇLIK

* Hallaçlık nedir?

* Hallaçların Piri kimdir?

Yün ve pamuk gibi maddeleri kabartmak. yumuşatmak için kullanılan Yay şeklindeki bir aletle icra edilen iştir. Evlerde kullanılan yün yatak, minder, yastık ve yorganın zaman zaman yumuşatılması, kabartılması gerekti- ğinde kullanılırdı. Pamuk pek bilinmezdi. Halıcılık şehri olan Gördes'te halı dokunurken ilmiklerin uzun uçları makasla kırpılır. Buradan elde edilen kırpıntılar evde kalır ve adı geçen ev eşyaların da dolgu malzemesi olarak kullanılırdı. Kullanıla kullanıla bu yün kırpıntılar topaklaşır, ilk zamanki özelliğini kaybederdi ki, buna "bitmiş" denirdi. İşte bunlar eski hale getirmek için hallaca götürülürdü.

Hallacın atıcılık sporunda kullanılan yay gibi, ancak daha büyük bir yayı vardır. Bunun iki ucu arasına "Kiriş" adı verilen hayvan bağırsağından yapılan çok sağlam bir ip gerilir. Çok gergin olan ip bitmiş, topaklanmış haldeki yün ya da kırpıntı yüne değdirilirken, diğer yandan tahta bir tokmakla kirişe vurulur. Titreşen kiriş topaklanmış yün parçalarını gevşetir ve eski haline getirir. Buna "Hallaçlama" denirdi. Ayrıca keçecilerin kullandığı yün de önce hallaçlardan geçerek gelir. Bazen keçecilerin bu işi bizzat yaptıkları da olurdu. Eski Gördes'te birkaç tane hallaç vardı. Şimdi Gördes'te bu meslek kalmamıştır. Ancak gelip geçici gezici hallaçlar bazen uğrarlar.

Bazı mesleklerin piri vardır. Hallaçların piri de Hallacı Mansur'dur. Mesela, demircilerin piri Davut Peygamber, berberlerin piri ise peygamber efendimizin berberi Selman-ı Pak'dır. Bu zatın mezarı Maraş'tadır. .

12. MUTAFLIK

* Mutaflık nedir?

* Gördes’in tek mutafı kimdi?

Keçi kılı kullanılarak yapılan dokumacılığa mutaflık, bu işi yapana da mutaf denirdi. Gördes'te bu işi yapan bir dükkan vardı. Burada kıl çadır kumaşı, kıl çuval, kıl yaygı ve sergi, kıl heybe ve kıl yemlik imal edilirdi. Yörük ve Türkmenler'in kullandığı bu çadırların su geçirmediği söylenir. Söz konusu dükkanın sahibi Mutaf İbrahim Ethem Dede (Dokumacı) diye bilinen bir zatdı. Bu kişi aynı zamanda Rufai tarikatı şeyhi idi. Uzun saçlı, acayip kılıklı bu adam, herkesten hürmet görür, eli öpülürdü.

13. SEMERCİLİK

* Semer nelerden ve nasıl yapılır?

* Devenin de semeri olur mu?

Gördes ve civarı dağlık ve tepelik olup, yolları da inişli çıkışlıdır. Yollar şimdiki gibi düzgün olmadığı ve motorlu araç da pek bulunmadığından, nakliyecilik hayvanlarla yapılırdı. Bunun için eşek, beygir (at), nadiren de katır kullanılırdı. Bundan dolayı bu hayvanlar için semer ve nalbant gerekirdi.

Semer, hayvanın sırtına yük sarabilmek için ve insanın oturmasına da yarayan bir vasıtadır. O olmadan hayvana yük sarılamaz. Üzerinde Urgan denen kalın, sağlam ipin bağlanacağı yerleri vardır. Palan denen deri bir kayışla hayvanın karnına alttan bağlanır. Yük dengeli bir şekilde iki tarafına urganla sarılır. Semerin hayvanın sırt tarafına gelen alt tarafı, yara yapmasın diye keçeden yapılır. Üst tarafı ise deri ve ağaçtan yapılır. Ağaç olarak çınar kerestesi kullanılırdı. Semercinin dükkânında 3-5 ya da 5-10 tane küçüklü büyüklü hazır semerler bulunurdu. Hayvanın büyüklüğüne göre beygirler için ayrı, eşekler için ayrı semerler vardı. Uygun ebattaki semer seçilir, pazarlık yapılarak alınırdı.

Gördes'te 4-5 tane semerci vardı. Bunların en namlısı Seferberlik Galiçya gazisi Semerci Topal Süleyman Ağa adında topal, bir bacağı olmayan usta bir zattı. Diğer semerciler ise Semerci Emin Ağa (Taş), Semerci Ahmet (Serin), Semerci Hacı Lütfi idi.

O devirde taşımacılıkta kullanılan develerin de semeri olurdu. Ancak deve semerciliği Gördes'te yoktu. Akhisar ve Manisa gibi şehirlerden alınırdı. Zaten deve kervanlarıyla nakliyecilik yapan Gördesli yoktu. Hepsi başka şehirlerdendiler. Bunlar Gördes'e mal getirir, yük alır giderlerdi.

Balkan savaşından evvel, 1910'lu yıllarda katırcılar varmış. Tamamı Gördesli olan mal sahiplerinin 3-5 tane katırı olur. Bu katır katarlarıyla Akhisar-Gördes arasında hem mal, hem de insan taşımacılığı yaparlarmış.

14. NALBANTLIK

* Hayvanın burnu neden kıstırılır?

* Nal nasıl yapılır ve hayvan nasıl nallanır?

* Ünlü nalbantlar kimlerdi?

* Öküzü nallamak farklı mıdır?

* “Hem nalına, hem mıhına vurmak” ne demektir?

Tek tırnaklı at, eşek ve katır ile çift tırnaklı öküz gibi hayvanlar yük ve insan taşımacılığında bazıları çift sürmede kullanılırdı. Bu hayvanların tırnakları yük ve diğer ağır işlerde kullanılırken yıpranır, kanar ve yara olur. Bir de Eski Gördes'in taşlı yolları da düşünülürse konu ayrı bir önem kazanır. Bunun için Nal adı verilen, hayvanın tabanına uygun, kenarlarında Mıh denen köşeli, iri kafalı özel çivilerin geçeceği delikleri bulunan demir levhalar kullanılırdı. Nalları nalbantlar kendileri yaparlardı. Dükkanındaki uzun saplı, mekanik bir demir kesme makası ile 5 milimetre kalınlığındaki demir plaklardan nalı keser, kenarlarındaki pürüzleri örs üzerinde çekiçle vura vura düzeltirdi. Sahibi sık sık hayvanının ayağına bakar, nal düşmüş mü, eskimiş mi incelerdi. İhtiyaç halinde nalbanta götürür, nallattırırdı.

Nalbant, hayvanın tırnaklarını evvelâ özel bir bıçakla keser. Hayvanın tırnağına göre hazırlanmış nallar, mıh denen çivilerle hayvanın etine değmeyecek ve ucu tırnağın yanlarından iıkacak şekilde çakılır. Bu uçlar kerpedenle kesilir ve üstüne çekiçle vurularak perçinlenirdi. Nalbanta çırağı hayvanın ayağını tutarak yardım eder. Eşek, beygir ve katır genellikle uysaldırlar ve anlatıldığı şekilde nallanırlar. Ancak bazı hayvanlar huysuz ve ürkektir. Bunların nallanması da zor olur. O zaman iki tane 40-50 santimlik sopanın birer uçları birbirine bağlanır. Hayvanın burnu bununla kıstırılarak sıkıca bağlanır. Burnunun acısından ayağını unutan hayvan ayağını unutur ve uslanır.

Namlı nalbantlardan Nalbant Arap İsmail Ağa nalbantların en yaşlısıydı. Nalbant Ali (Evirgen), Nalbant Rafet (Akıcı), Nalbant Halil (Uyanık), Nalbant İsmail (Uyanık) Gördes'in nalbantları idiler.

Eşek, beygir ve katırın nallanması nispeten kolaydır. Bir de öküzün nallanması vardır ki, oldukça zordur ve maharet ister. Öküzün çift tırnağı vardır. Diğer hayvanlar gibi ayağı tutularak nallanamaz. Nalbantın bu iş için ayrı bir yeri vardır. Önce özel urganlarla öküzün ayakları bağlanarak yere yıkılır. Ön ve arka ayakları birbirine bağlanmış hayvanın sırtı yerde iken, ayaklarının arasında bir sırık geçirilir. Bu sırık da yukarıdaki bir kiriş ya da kancaya bağlanır. Öküzün ayakları yukarıda olduğundan hiç kıpırdayamaz. Nalbant da rahatlıkla nalını çakar. Burada kullanılan nallar da özeldir. Bir ayağa iki yarım nal çakılır. Gerekirse nallama esnasında bir kişi hayvanın başını tutar. Zorluğu sebebiyle nallama ücreti biraz daha fazladır.

Türkçe’mizde "hem nalına, hem mıhına vurmak" diye bir tabir vardır. Nalbant mıhı çakarken nalın iyi oturması için arada bir nalın ortasına vurur. Dilimize yerleşen bu tabir, konuşmalarda iki manaya gelen, çekildiği tarafa göre farklı anlaşılan söz ve konularda kullanılır. Bu durumda, “hem nalına, hem mıhına vurdu” denir.

15. SARAÇLIK

Gördes’te Saraç Hakkı (Atıcı ) adında bir tane saraç vardı. Nakliyede kullanılan at, eşek, katır ve öküz gibi hayvanların genellikle deriden yapılan yular ve diğer koşum takımlarına ihtiyaç vardır. İşte saraç bunları deriden imal eden sanatkârdır. Bunlar nadiren mutaflarca keçi kılından da yapılırsa da, deriden yapılanlar daha sağlam olur. O zamanlar Gördes şehir yollarının uygun olmamasından dolayı, at arabası yoktu. Sonradan görülen at arabalarının koşum takımları farklıdır.

16. TABAKLIK (DERİCİLİK)

* Kayacık sahtiyanı neydi?

*Kırmızı meşin, Paralar peşin sözünün anlattığı neydi?

* Ünlü dericiler kimlerdi?

Gördes'te küçük hacimli de olsa dericilik de vardır. Arapça'da derici anlamına gelen "Dabbağ", Türkçe'ye "Tabak" olarak geçmiştir. Dana derisinden Uskar (ayakkabı derisi) ve Kösele, keçi derisinden Sahtiyan (Kırmızı meşin) ve glase, koyun derisinden ise Meşin (ayakkabı astarı) ve Gocuk yapılırdı. Ham deri ıslatılıp, yumuşatıldıktan sonra bir tahtaya kenarlarından çakıldıktan sonra tüyleri kazınırdı. Derinin terbiyesinde palamut ve ilginçtir, köpek pisliği kullanılması Yeni Gördes'e taşınılıncaya kadar devam etmiştir. Zaten bu tarihten sonra da bu mesleği yapan kalmamıştır.

Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde Kayacık'ta keçi derisinden imâl edilen Kırmızı Meşinin (Kayacık Sahtiyanı), o zamanlar dünyaca meşhur Mısır'ın İskenderiye sahtiyanlarından daha üstün olduğunu bildirmektedir. Nitekim o günlerden bu günlere, halk arasında, özellikle bölgemizde kullanılan "Kırmızı meşin, Paralar peşin" deyimi, Kayacık- taki bu canlı ve istikrarlı ticari hayatı simgelemektedir (A-9).

Eski Gördes'te bu itle udratanlar; Tabak Kadir, Kulaksızların Mustafa (Kurt) (Rahmetli Kahveci Cevdet Kurt'un babasıdır), Tabak Mehmet (Tabak), Tabak Mehmet (Bağcı). Hepsinin ayrı ayrı iptidai küçük birer tabakhaneleri vardı. Ürettikleri derileri ise, semercilere ve ayakkabıcılara satarlardı.

17. KEÇECİLİK

* Keçe neden ve nasıl yapılır, Nerelerde kullanılırdı?

* “Teptim keçe oldu, Sıktım külah oldu” sözü nereden gelir?

* Rum erkeklerin şapkaları nasıldı?

* Osmanlıya fes ne zaman ve nasıl geldi?

* Türk erkeklerin günlük kıyafeti nasıldı?

* Ceket ve pantolon ne zaman geldi?

Gördes'te kaybolan mesleklerden birisi de keçeciliktir. Keçecilik Türk toplum hayatında büyük rol oynamış mesleklerden biridir ve uzun bir tarihi vardır. 1930'lu yıllarda Gördes’te 3-4 tane keçeci vardı. Keçenin ham maddesi tamamen yün ve yapağıdır. Keçecinin yanında muhakkak bir çırağının olması lâzımdır. Çünkü keçe iki kişinin çabasıyla imal edilebilir.

Keçeci dükkanında alet olarak sadece özel yapılmış sağlam büyükçe bir hasır bulunurdu. Keçeci yukarıda anlatıldığı gibi, hallaçlık da yapabilirdi. Ama daha çok atılmış yünü, hallaçlardan hazır olarak alır, bunun üzerinde çalışırlardı. Keçecinin imal ettiği malların başında evlerde kilim ve halı niyetine kullanılan"yaygı" ve "sergi" ler gelirdi. Yaklaşık bir parmak kalınlığında ve muhtelif büyüklüklerdeki bu yaygılar, evlerin tabanlarına serilirdi.

Keçenin yapılışı şöyledir: Önce hasır yere serilir, atılmış yün bunun üzerine eşit miktar ve kalınlıkta yayılır. Kabarmış yün bazen bir, bazen iki karış kalınlıktadır. Hasır bir ucundan başlanarak yünle birlikte sıkıca yuvarlanarak sarılır. Bir hayli kalın hale gelen rulonun iki ucu sıkıca bağlanır. Silindir şeklindeki bu malzemenin başına usta ile çırak geçer, varsa bir kişi daha yardım eder. Sol ayakları yerde olacak şekilde hem tekmelemeye, hem de yavaş yavaş yuvarlamaya başlarlar. İki ya da üç kişinin aynı anda tekmelemeleri için usta, "hıh, hıh, hıh" diye tempo tutar. Akşama kadar malzemeyi tekmeler ve yuvarlarlar. İnceldikçe bağlarını sıkılarlar. Usta, yünün keçe haline geldiği zamanı kalınlığına bakarak anlar. Bağları çözüp açtıkları zaman ortaya kocaman bir keçe çıkar. Usta, beyaz ham yünü yere sermeden önce kırmızı, mavi ve yeşile boyanmış yünleri yerleştirerek keçenin desenini, süsünü hazırlar. Süsler bazen yeşil selvidir, bazan bir çiçektir. Keçenin yapımı bitip ipleri açıldığında desenleri, süsleri artık hazır haldedir.

Keçecinin imal ettiği bir diğer mamul de "Çoban kepeneği"dir. Kepenek bir tür çoban giysisidir. Kolu yoktur. Dibi yukarıda köşeleri kapalı ve omuzlara gelen, bir tarafı boyunca ortadan açık, uzun bir keçe çuval şeklinde tasavvur edilebilir. Üst arkasında yine keçeden bir külahı vardır. Bu da özel bir hasırla çobanın boyuna uygun olarak yapılır. Küçüğü, büyüğü, darı genişi vardır. Her çobanın bir kepeneği mutlaka vardır. Hem yatak, hem de yorgan vazifesi görür. Kar ve yağmur içindeki çobanı etkilemez. İçinde rahatlıkla yatar uyur.

Keçecilerin yaptığı bir eşya da "Keçe külâh"tır. Bu bir nevi başlıktır. Umumiyetle ya mor koyunların tabii yününden yapılır, ya da boyanır. Osmanlı Devleti zamanında festen evvel, Gördes dahil her yerde keçe külah giyilirmiş. Aynı dönemlerde bütün memurlar, ulema ve din hocaları kavuk giyerlermiş. Memurların vazife ve mevkilerine göre kavukların şekli değişirmiş. Ulemanın, medrese hocalarının, talebelerin, müdürlerin, kadıların kavukları farklı farklı imiş.

Şapka inkılabına kadar Gördesliler de fes ve kalpak giyerlerdi. Ancak az sayıda keçe külah giyenler de vardı. Özellikle köylüler köyünde, tarlasına ve bağına giderken külâh giyerlerdi. Keçe külah yün olduğundan sıcak tutar. Fes pahalı ve kalıbı kolay bozulduğu için köylülerce giyilmezdi. Keçe külâh ucuzdu. Çünkü köylü hayvanının yününü keçeciye götürür, ucuza külâh yaptırırdı. Şapka inkılâbından sonra da bir süre külâh giyilmeye devam etmiştir.

Külâhın Osmanlı Türklerinde mühim bir yeri vardır. "Teptim keçe oldu, Sıktım külâh oldu" lafı da, "Hem nalına, hem mıhına vurmak" gibi sık kullanılan bir tabirdi. Okumuşlar, daha kibar bulduklarından, külaha “ Arakiyye” derlerdi. Ancak halk keçe külâh derdi.

Osmanlı zamanında gayrimüslim Rum erkekler külâh ya da fes giymezler, Kasket ya da Fötr şapka giyerlerdi. Şapka inkılabında halkın şapka giymeye isteksizliğinin sebebi budur. Rumları görmüş tanımış halk, fötr ve kasket şapka giydiğinde şeklen onlardan bir farkının kalmayacağını görmüş ve konuya sıcak bakmamıştır. Gördesli Türk, Rum'u daha uzakta iken şapkasıyla tanıyordu. Gördeslinin bu duygusunun sebebi inkılâplara karşı çıkmak değil, gayrimüslim Rumlara benzememek idi. Genç kuşakların bunları bilmesi lazımdır.

Burada fesin tarihinden de kısaca bahsedelim. Fes Türklere has bir şapka türü değildir. Osmanlılardan önce Doğu Roma, Adalar, Yunanistan ve Kuzey Afrika memleket- lerinde giyilmiştir. Sultan 2. Mahmut zamanında Mehmet Hüsrev Paşa adındaki bir Kaptanı Derya (Donanma Komutanı) Tunus ve Fas'a gittiğinde, orada halk ve askerlerin fes giydiğini görmüş. Kırmızı renkteki, hafif ve güzel olan bu şapkalar hoşuna gitmiş ve evvela donanmadaki askerlerine giydirmiştir. Bu zat bir zaman sonra Serasker, yani bugünkü Genel Kurmay Başkanı ya da Millî Savunma Bakanı olur, 1820-1825 yıllarına rastlayan bu dönemde, İzmir'de Donanma Nizamiye Askeri diye bir teşkilat kurdurur ve bunlara da fes giydirir. Bir tabur eğitimli fesli askeri İstanbul'a gönderir ve 2. Mahmut'un huzurunda resmi geçit yaptırır. Bu Padişahın hoşuna gider ve 1825'de bir ferman çıkarılarak keçe külah ve kavuk kaldırılıp fese geçilir. Geleneksel kıyafet ve alışkanlıklardan vazgeçmek kolay değildir. Tepkiler olmuştur. Ulema sınıfı güçlü olduğundan, onlara biraz daha tolerans gösterilmiştir. Şehir ve kasabalarda resmi kişiler fese geçmiş, ancak köylerde keçe külâh devam etmiştir. İlk zamanlar Tunus'tan 50 bin fes getirilmiş ve ucuz fiyatla satılmıştır. Sonra bir süre Avusturya'ya yaptırılmıştır.

2. Mahmut keçe külâhı eskiden de sevmezmiş. Bu şapka arayışları sırasında Avrupa'dan değişik numuneler getirilmiş, üzerinde düşünülmüştür. Bunların içinde bugünkü kasket şapka, namaz kılarken engel olur, diye kabul edilmemiştir. Bu dönemlerdeki kıyafet örneklerini İstanbul Topkapı Müzesi Silahhane bölümünde görmek mümkündür.

18. HELVACILIK VE FIRINCILIK

*Helvacılık ve Fırıncılık neden revaçta idi?

* Tütün tarlasında işçiye helva ikramı.

* Ünlü helvacılar kimlerdi?

Helvacılar da fırıncılar gibi, yarı lokanta görevini görürlerdi. Pazara gelen köylü, ya 5 kuruşla helvacılarda helva ekmek yer ya da fırınlarda güveç ekmek ile karnını doyururdu. Bu günkü gibi her gün çarşıdan hazır ekmek alma usulü yoktu. Ekmek evlerde yapılırdı. Tarladan ya da çarşıdan alınan buğday, değirmende un yaptırılır, hamur yoğrulur, hamur bezlerinin içinde minetlerle evin erkeği tarafından fırına götürülürdü. Pişirilen bu ekmekler aileye en az bir hafta yeterdi. Ekmekler kolay kolay bayatlamazdı. Fırıncıya pişirme bedeli olarak para ya da bir parça ekmek verilirdi. Bunun dışında fırınlarda fırancala tipi yuvarlak ekmek yapılırdı. Has undan ve normal maya dan olurdu. Suni maya kullanılmadığı için, tadı, kokusu ve lezzeti bir başka idi. Bu tür ekmekleri fırıncılar az miktarda da olsa çıkarır satarlardı. Pazara gelen köylü evine dönerken ailesine hediye olarak bu ekmekten (pazar ekmeği) götürürdü. Çünkü, yedikleri ya arpa ya da çavdar ekmeği idi. Pazar ekmeğinin başında köylü çocukları bayram ederdi. Bugünkü pasta gibiydi ve birer parça yenirdi. 1949'da Gördes'te 2 lokanta ve 5 fırın vardı. bu fırınlarda üretim şekli bugünkü gibi modern makine ve teçhizatla yapılmazdı. Ancak bazı yönlerden belki günümüze göre daha sağlıklı (hijyenik) bir ortamda ekmek üretilirdi. Fırıncı Hacı Ahmet Özkan ve oğullarının hatıralarından öğrendiğimize göre, fırınında hamur elle yoğrulurdu. Birisi bu işi yaparken, bir diğer kişi, hamura ter damlamasın diye terini silmek için başında beklerdi.

Eski Gördes'teki ünlü fırıncılar; Ekmekçi Hacı Ahmet ve oğlu Ekmekçi Mustafa (Özkan), Ekmekçi Hüseyin ve oğlu Ekmekçi Abdullah (Ekmekçi ),Fırıncı Faruk (Yabaş ), Fırıncı İbrahim (Evirgen), Ekmekçi Arif (Biletçi Mehmet Öztop'un kayın babası).

Gördes malum tütüncü memleketidir. Tütün dikmeye başlandığı veya bitirildiği zaman, çapa başlangıcı ve bitişinde, kırmaya başlandığı veya bitirilişinde ameleye (işçiye) moral vermek, mükâfatlandırmak maksadıyla, ağa (tarla sahibi) bir teneke köpük helva veya tahin helva getirir, amelelerine dağıtırdı. "Ağa bize helva getirdi " diye bayram edilirdi. Bu ikram onlara moral vermek ve emeğini helal ettirmek içindi. Çünkü tütüncülük zor ve zahmetli bir iştir.

Eski Gördes'in bilinen en meşhur helvacıları; Hıdırların Helvacı Hacı Ahmet ve oğlu Mustafa (Uğur), Helvacı Hüseyin (Uğur), Helvacı Hacı Hafız Ahmet ve oğlu Hacı Eyüp (İpek), Helvacı Halil (İpek), Helvacı Emin (Çivi), Helvacı Yusuf (Şahin), ve Yeni Gördes'te Helvacı Mesut (Aydın) idi. Bugün yeni Gördes'te 2 helvacı kalmış, bunların da ancak biri imalat yapmaktadır. Fırıncıların yarı lokanta özelliği de artık yoktur. Ancak bilinen diğer nitelikleri devam etmektedir.

19. LEBLEBİCİLİK

* Leblebi neden ve nasıl yapılır?

* Leblebinin çeşitleri nelerdir?

* Gördes badem şekerinin farkı nedir?

O tarihlerde yaklaşık 8-10 tane leblebici vardı. Tabii ki bunun sebebi leblebi tüketiminin ve talebinin fazla olmasıydı. Gördes pazarına gelen köylüler -ki o zaman 100'den fazla köyü vardı- köye dönerken çocuklarına helva, pazar ekmeği ve leblebi götürürlerdi. Leblebici Hafız Ahmet (Sıtkı Babayiğit'in babası), Leblebici İsmail (Babayiğit), Leblebici Osman (Babayiğit), Leblebici Hacı Mehmet ve oğulları Murtaza ile ağabeyi Ahmet (Ünal) meşhur, iyi leblebi yapan, çoğu hacı zatlardı. Şimdilerde Gördes'te leblebici de kalmadı. Bunların genellikle genişçe dükkanları vardı. Kiminin dükkanı sadece satış yeri iken, bazılarının ön tarafı satış, arka tarafı imalathane idi. İmalathane ortada etrafı taş ve çamurdan yapılmış bir duvarla çevrili yapının ortasında 80-100 santim çapında, altında ateş yanan, üzerinde korkulukları bulunan bakır tavadan müteşekkil bir sistem idi. Nohutu ıslatma ve elemek için gözer veya kalbur denen elekler vardı. Bu aletler kullanılarak günlük leblebi imal edilirdi. Leblebi nohuttan imal edilir. Ancak her nohuttan da leblebi olmaz nohutun özel bir türü kullanılırdı. Leblebici bunu, hatta tarlasını bile bilirdi.

Nohut önce bu bakır tavada ıslatılır, ardından hafif kavrulur ki, bu dönemde kabukları pul pul ayrılır. Gözer denen elekten elenerek ve savrularak kabuklarından temiz- lenir. Bundan sonra yine özel bir muamele görür ve kabarır. Dikkat edilirse leblebi nohuta göre daha iridir. Leblebinin normal, çifte kavrulmuş, tuzlu türleri ile leblebi unu üretilir. Leblebi çok sevilir ve her evde kapaklı sahan ve çömlek içinde yarım kilo, bir kilo kadar bulunurdu. Kuru üzümle, özellikle karaüzüm kurusuyla yenmesi çok güzel olurdu. Gördes dışına satış olur muydu pek bilinmiyor.

Leblebicilerin bir diğer önemli işleri de Leblebi şeker ve Badem şekerdir. Leblebi şeker leblebinin üzerinin birkaç milimetrelik şekerle kaplanmasıyla yapılırdı. Bu nişaşta ve şekerle, ıslatılmış leblebi kullanılarak elde edilir. Şeker leblebinin üzerine adeta kabuk gibi bağlanır.

Fakat Gördes için asıl meşhur olan "Badem şekerdir. Gördes malum badem ve ceviz memleketidir. Bademin içi alınır ve kavrulur. Kavrulurken suyla hafif tavlanır ve üzerine pudra şekeri ekmek suretiyle devamlı karıştırılır. Aynı zamanda kullanılan nişasta şekere yumuşaklık verir. Sonunda bademin üstü bir iki milimetre kadar şekerle kaplanır ve badem şeker ortaya çıkar. Manisa ya da İzmir'de imal edilen badem şekerlerin üzerindeki şeker sert ve çıtır olur. Gördes imalatı olanlar ise daha yumuşak ve lezzetli idi. Herkesin çok sevdiği ve bolca yediği bir çerez idi. Karşılıklı giden nişan tepsilerinin biri mutlaka badem şeker ile dolu olurdu.
sivasta kışlık kıymalık yapma geleneği
SİVAS ‘TA KIŞLIK KIYMALIK YAPMA (ET KAVURMA) GELENEĞİ


Sivas ve yöresin de çocukluğu, gençliği geçmiş olanlar kıymalık yapmanın nasıl bir gelenek olduğunu, kıymalığın nasıl yapıldığını çoğunlukla bilirler. Hatta gözlerinin önüne kıymalıktan sonra kapaklı bakır sahanla kendilerine sunulan üzeri kıyma dolu ekmek batırması gelir, tadını ve lezzetini anımsarlar. Ayrıca burunlarına o nefis kavrulmuş kıyma kokusu gelir ve eminim ki içlerinden .”Ahh nerede o eski günler, o günler geri gelse de o güzellikleri tekrar yaşayabilsek, o güzel ekmek batırmaları ile midemiz bayram etse” derler. Şu an bile o kıyma kavurmalarının yapıldığı güzel günleri ne kadar özlüyoruz. Ama o günleri geri getiremiyor ve o güzellikleri maddi ve manevi olanaklarımızın uygun olmaması nedeniyle yaşayamıyoruz. . Kıymalık yapmak maddi olanaklara bağlı tabi ki artık zor ama diğer manevi değerlerimizi yaşatabiliriz..

O günlerin geri gelmesi olanaksız dedim. Çünkü o yıllarda evlerimiz genellikle ahşap ve bahçeli idi. Komşuluk ilişkileri daha samimi ve güzeldi. Şimdiki gibi böyle dostlukların unutulduğu komşuların birbirlerine karşı yabancı, kimsenin kimseyi tanımadığı, iyi ve kötü günlerin ne acıdır ki zor paylaşıldığı apartman daireleri çok azdı. Öyle bir süreç yaşıyoruz ki karşı komşusuna dahi selam vermeyi esirgeyenler var. Hem bu nedenle hem de ekonomik nedenlerle kıymalık ve bazı geleneklerimiz yok olup unutuldu,gitti..En azından o güzellikleri arada sırada hatırlayalım ve unutulmamasını sağlayalım.

Belki evlerin ahşap ve bahçeli olması günlük yaşam koşullarında zor anlar yaşatıyordu .Ama o zamanlar komşu ve akrabalık ilişkilerinde bir samimiyet, bir içtenlik, bir paylaşma vardı. Çocukluğu ve gençliği Sivas’ ta geçen eski kuşakların kim bilir kendi evlerinin, ya da komşularının bahçesinde ne kadar çok anıları vardır. Oyunları, piknik yapmaları, mahalle çeşmesinden tatlı su getirmek için sıra beklerken oynadıkları oyunlar, hatta oyuna dalıp eve su getirmeyi geciktirdikleri için annelerinden yediği dayaklar, o bahçelerde pişen kıymalıklardaki yedikleri ekmek batırmaları, erişte yapılırken ellerine tutuşturdukları yağlı fetilleri yufkaları nasıl unuturlar. Bilhassa arasında peynirde var ise mutlulukları bir başka olurdu..Bizim kuşakta yaşayanlar bilirler bizler çocukluklarımızı doğanın güzellikleri ile yaşadık.

Yıllar önce böylesine bir tutkunluk, böylesine bir samimiyet ve paylaşma vardı. Ben çocukluğumu çok ama çok özlüyorum. Şimdiki dostluk ve komşuluk, akrabalık, arkadaşlık ilişkilerini samimi ve dürüst bulmuyorum. O yıllara geri dönemediğimize göre o güzellikleri tekrar yaşayamasak ta bir hatırlayalım, anılarımızı tazeleyelim. Zaten o yıllar da ki bu tür paylaşımlardaki amaç sadece kıymalığın yapılması değil, bütün akraba ve komşuların bir araya gelip o günün hep birlikte şenlik ile geçmesi idi.

Sivas yöresinde kıymalık yapmak eski yıllarda çok yaygındı. En az yirmi yıl öncesine kadar devam ediyordu. Maddi durumu nasıl olursa olsun herkes bütçesinin durumuna göre azından çoğundan , evinde kıymayı eksik etmezdi. Tabii ki bu kıyma şimdiki kullandığımız çekilmiş çiğ etten yapılan değildi. Kuşbaşının küçük kareler halinde doğranıp kavrulmuş ve soğutulmuş haline kıyma denirdi. Bu kıymanın kavrulduğu güne de kıymalık günü ya da kıymalık yapma denirdi. Sivas’ ta kıymanın kavrulmasını bilenler biliyor, bilmeyenlere anlatırsak eğer bu geleneğimizi öğrenmiş olurlar..Belki bizden sonraki kuşaklara da anlatırlar. Artık kıymalıklar daha yapılmıyor, yapılamıyor ama bir nostalji olsun, çocukluğumuzdaki günlerimize dönüp bir iç çekelim..Her zaman canlı ve cansız tüm değerler kaybedildikten sonra değeri anlaşılıyor. Ama yaşarken gerçek değerini anlayamıyoruz.

KIYMALIK İÇİN ETİN ALINIP HAZIRLANMASI

Sivas’ ta kıymalık vakti Ekim’in son ve Kasım’ın ilk haftasıdır. Çünkü etlerin bozulmaması için havanın serin olması gerekmektedir. Zaten büyüklerimiz Sivas’ ta 29 Ekim’ de kışın başladığını, 19 Mayıs’ ta da bittiğini söylerler. Nisan ayının güneşine de aldatmaca yaz derlerdi. Kıymalık yapılacak günden bir hafta önce kasaba nasıl ve ne kadar et alınacağı tembih edilip ayırtılırdı. Kıymanın kavrulacağı günden bir gün önce etler gövdeler halinde ve içleri boşaltılmış olarak eve gelip, ahşap evin tavanındaki iğlere tavandaki kalın tahtalara çiviler çakılır kalın bir iple asılır, sabaha kadar dinlendirilirdi.

Kıyma yapılacak etin cinsi seyis erkek keçi eti tercih edilirdi.. Koyun eti olmazdı. Çünkü; koyun eti kıymalıkta güzel olmaz, eti yumuşak olur,pişirilirken parçalanır, dayanıksız olur. Oysa seyis eti tam kıymaya uygun ettir. Seyis eti bulunmazsa düveineğin küçüğüeti de olabilir.

ETLERİN DOĞRANIP PARÇALANMASI

Etler alındı, dinlendi şimdi sıra geldi onları doğramaya. O gün akrabalar arasında eli ayağı sağlam dinç hanımlar bir gün önceden evlerinin işini bitirip, sabah erkenden şalvarını- önlüğünü giyenler kıymalık yapılacak eve gelirler. Etlerin doğranacağı büyük tahtaların başına otururlar, bıçakları bilerler. Tavanda asılı olan gövde etler aşağıya indirilir. Kendi aralarında neşe içerisinde iş taksimi yaparlar.

İlk iş olarak gövdedeki et ve kemik birbirinden ayrılır. Kemiklerdeki etler tamamen alınmaz, bir kısmı yemeklerde kullanılmak üzere bırakılır.. Kemikler yemeklere konacak büyüklükte keskin bir nacakla parçalanır bir tarafa ayrılır.

Bu kez sıra etleri doğramaya gelir. İlkönce etin yağlı olan kısmı ile yağsız olan kısımlar ayrılır. Yağlı etler ayrı, yağsız etler ayrı doğranır. Doğrama işlemi küp şeklinde ufak parçalar halinde olur. Daha sonra da hayvanın iç yağı ve böbrek yağı aynı şekilde doğranır. Kasap etleri verirken iç yağı ve böbrek yağını ayrıca verirdi İç yağ doğrandıktan sonra güzelce yıkanır, kevgirden süzdürülüp bir kenara bırakılır, diğer etler yıkanmaz ama iç yağ yıkanır.

PİŞİRİLECEK ATEŞİN HAZIRLANMASI

Kıymaların kavrulacağı ateşi hazırlamadan önce büyük bakır bir leğenin dış yüzeyinin tamamına yanları ve altına kırmızı çamur sürülür. Nedeni ise; biraz sonra ateşe konacak leğenin içindeki kavurmalık etlerin harlı ateşten fazla etkilenmemesi ve yanmasının önlenmesidir. Leğenimiz kıymaları kavurmaya hazırdır. Etler, yağlar, kemikler, ayrı ayrı kaplarda doğranmış halde, onlarda hazırdır. Sıra gelir bunları pişirecek ateşin hazırlanmasına.

Kıymalığın yapılacağı büyükçe bir bahçenin uygun bir bölümüne bahçe çeşmesine yakın yerler tercih edilir üç tane büyükçe, taş üçgen şeklinde dizilir.Gürgen cinsinden odun parçaları taşların ortasına çapraz şekilde yerleştirilir, kibritle ya bir kağıt parçası, ya da soba yakmada kullanılan yağlı çıra ile odunlar alevlendirilir. Ocağımızdaki ateş yandıktan sonra leğenimiz etleri pişirmek üzere ocağın üzerine konur.

İÇ YAĞIN PİŞİRİLMESİ

İlkönce leğenin içine iki litre büyüklüğünde bakır saplı kulplu tas ile su konur. Eskiden bakır saplı tas denilirdi. Saplı tas olmasının nedeni ise; ateşteki leğene su koyarken ellerin olası yanması engellenirdi. Her yerli evde bakır mutfak eşyaların arasında bir saplı tas mutlaka bulunurdu.

Daha önce doğranmış ve yıkanmış kevgirden süzülmüş iç yağ leğene boşaltılır.Ateşin üzerinde her tarafı eşit pişsin diye tahta aktaracakla iyice karıştırılır, iki avuç kalın tuz serpiştirilir. iç yağının pişme kıvamı görüntüsünden anlaşılır, yağ hem erir hem de kızarır, iç yağımız pişmiştir.

Leğen iki kişinin yardımı ile ateşten alınıp, daha önceden hazırlanmış olan boş bir kazanın üzerindeki kevgire boşaltılır. İç yağımız orada süzülür. Soğuduktan sonra kevgirin üzerinde iken tokmakla hafifçe ezilir. Sivas’ ta buna kahırdak denir. Bununla annelerimiz ne güzel çörekler yapardı. Çörek hamurunun içine katıldığında çok lezzetli olurdu..

KEMİKLERİN PİŞİRİLMESİ

Leğen tekrar ateşe konur.Bu arada ateşin altı ara sıra kontrol edilip odun takviyesi yapılır.Daha önceden etleri sıyrılmış, parçalanmış kemikler leğene boşaltılır üzerine yine iki tas su konur,kemikler karıştırılarak pişirilmeye başlanır.Bu arada da ocaktaki ateşin başında taburede oturan leğenin başındaki hanım başlar diğer hanımlara seslenmeye: ”Den hele gızlaar hadi gelin gemüklü gıymanın tam vakti gelin anam gelin, gelirken de eliniz boş gelmen ocağın başında yüreğim yandı iki salkım üzüm yıkanda getirin içim ferahlasın” der. Zaten kıymalık yapılacağı günden bir gün önce bir kasa üzüm ev sahibi tarafından alınıp bir köşeye ayrılmıştır ki giren çıkan yesin diye .

Kemikler piştikten sonra az önce süzülmüş hazır olan içyağı kemiklerin üzerine boşaltılır.Onunla da kemikler kızartılır.Bunun nedeni de don yağ olmaması ve kemiklerin uzun süre saklamaya dayanıklı olup küflenmemesi içindir.Kemiklerde piştikten sonra leğenin bir kenarına çekilir, kevgir kaşıkla tepsiye yağı süzdürülür ve dizilir.Kalan yağda bir tencereye boşaltılır.Kemikli kıymamızda pişmiştir.Halk arasında buna ”Gemüklü gıyma” denir. Genellikle çorbalarda Peskütan çorbası, düğülcek çorbası gibi ve bazı yemeklerde hatta keşkül yemeğinde yarmanın çekilmemiş hali isteyen istediği yemekte kullanır..

ETLERİN PİŞİRİLMESİ

Kemikler piştikten sonra leğen temizlenir.tekrar ateşe konur.iki tas su ilave edilir ve daha sonra önceden doğranmış hazır olan yağlı etler leğene boşaltılır.,karıştırılır.Bu etlerin pişme esnasında bir kısmı erir, bir kısmı erimez. Buna
Bozbaşı denir.Yağlı etlerde piştikten sonra leğen boşaltılmaz, üzerine bu kez önceden doğranmış hazır olan yağsız etler ilave edilir. Tekrar iki tas su konur tamamı güzelce karıştırılır. Tuzu kontrol edilir, tuz kıvamı önemlidir etlerin uzun süre saklanmasını sağlar. Etlerin tamamı yumuşayıp kavrulduktan sonra yine kaşıkla etlerin altının leğene yapışıp yapışmadığı kontrol edilir. Etlerin tadına bakılır eğer pişmişse az önce kemikli kıymadan süzdürülen yağ etlerin üzerine boşaltılır. Ateşin altı biraz azaltılır,köz haline getirilir ki hafif ateşte bu yağlar ile etler yanmadan kızartılır. Sonunda etler leğenin bir köşesine kaşıkla çekilir.Leğenin bir köşesinde etler, bir köşesinde yağ kalır. Nihayet kıymada pişmiştir.Tüm her şeyin pişirme işlemleri tamamlanmıştır..

EKMEK BANDIRMA VE KIYMALIĞIN SAKLANMASI

İşte şimdi herkesin beklediği an gelmiştir. Pideler ikiye bölünür,yada somun ekmeğin dilimleri leğendeki sıcak yağa batırılır ve kavrulmuş kıymanın üzerine konur,ekmekler yağını süzdürdükten sonra üzerine kavrulmuş kıyma dizilir ve etraftaki herkese servis yapılır... Buna halk arasında ekmek batırması veya ekmek bandırması denir. Zaten kıymalık yapmayı görmüş ve yaşamış olanlar kıymalık lafını duyar duymaz hemen akıllarına ekmek batırması gelir.

Kıymalık pişirme işi bitmiş, kıymalar kavrulmuştur. Leğen iki kişi yardımı ile ateşin üzerinden indirilir ve daha önceden hazırlanmış on sekiz litrelik dikdörtgen tenekeye boşaltılır. İçine de uzun tahta oklava konur ki kıyma soğuyuncaya kadar onunla tamamı karıştırılır. Bunun nedeni ise yağın dibine inmemesi kıyma ile aynı kıvamda donmasının sağlanmasıdır. Artık nihayet kıymamız kışın yemeklere ilave edilmek üzere hazırdır. Kıyma birçok yemeklerde kullanılırdı. Pezik turşusunun pancar turşusu mıhlaması,ıspanak kavurması,madımak, kıymasız yenmezdi.İsteyen istediği yemeklerde kullanırdı.Kıymalı yağda yumurtanın tadına doyum olmazdı. Ayrıca gece yatmadan önce yatsılık denirdi evdeki acıkan kişiler donmuş kıymadan bıçak ucu ile alır ekmek arası yerlerdi.

Kıyma bir kenarda soğurken daha önce tepsiye dizilip soğumaya bırakılan kemikli kıymalar iki gün tepside bekletilir. Sonra hasır bir sepetin üzerine gazete kağıdı serilerek onların üzerine konur. Bu sepetlerde evin temiz ve soğuk ,yüksek bir yerine konur.Kışın yemeklerde kullanılmak üzere evin uygun bir yerinde saklanır. İhtiyaç oldukça yemeklerde kullanılırdı. Genellikle çorbalarda tercih edilirdi. Büyüklerimiz gemüklü gıymasız peskütan çorbası olmazsa olmaz derlerdi. Genelliklede çorbadaki kemikli kıymalar büyükler tarafından kaşık ucuyla seçilir, küçük çocuklara yemeleri için ayrılırdı.
KIYMALIK İŞİNDEN SONRA
Kıymalık yapma işlemleri tamamen bittikten sonra ocağın kor ateşinde tüm hanımlar bir demlik çayı çoktan hak etmişlerdir. Çayları ile birlikte güle oynaya ekmek batırmasını da yerler. Yine hep birlikte ev sahibine yardım ederler, kimi ocağı söndürür, kimi hortumla bahçeyi yıkar iş taksimi ile etrafı temizlerlerdi. Ev sahibi de onlara “ Vay ellerinize sağlık canlarım yarin hepinizi hamama davet ediyorum, gelinde isimiz pasımız gitsin hemi” derdi . Ertesi gün hamamda bütün hanımlar buluşur, birbirlerinden ayrılmadan öncede hangi gün erişte ve kadayıf, turşu, tarhana yapacakları, hangi gün bulgur ayıklayıp çektirecekleri günü belirlerler, güle oynaya muhabbetle vedalaşırlar, evlerine dağılırlardı. İşte dostluk, işte samimiyet ve işte paylaşım.

Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği bahçeli ahşap evimiz Sivas’ ta Mehmet Paşa Mahallesinde idi. Kızılırmak İlkokulu hemen karşımızdaydı, ben orada okudum... Rahmetli annem ben okula giderken ekmek batırmasını kapaklı bakır sahanda elime verir “ Al kızım okul bahçesine koku gitmiştir,nefisleri siner günah, teneffüste öğretmenlerin yesinler “ derdi. Bende tabağı alır okula Öğretmenlerime ve arkadaşlarıma üstünde ekmek batırması da olan sıcak taze kıymayı götürürdüm…

Kıyma ne kadar bereketli imiş ki hem eşe dosta ekmek batırmasından dağıtılır, hem de bir kış boyu tüm yemeklerde yerini alırdı. Bir gün rahmetlik annem yemeklerden birisine şimdiki kullandığımız çekilmiş çiğ etten sokarıca yağ ve soğanın kavrulmuş hali koymuştu da rahmetli babam anneme ” bir daha böyle toprak gibi eti bu yemeklerde görmeyeyim “diye bağırmıştı, bunu hiç unutamam. Şimdi yaşasa sağ olsa da görse, o beğenmediği çekilmiş eti alıp evlerimize götüremediğimiz günler oluyor....

Bazen düşündüğümde her şeyin değişime uğramasının sadece ekonomik nedenler olmadığını da üzülerek görüyoruz. Yıllar önce evlere daha az para giriyordu ama bereketli idi. Şimdi ise teknolojinin artması tüketimi çoğaltıyor. Yaşam koşulları daha rahat oluyor ama bazı değerleri de koruyamıyoruz. Eski gelenek ve göreneklerimizden alacağımız en önemli örnek bence o yıllarda birlik ve beraberliğin , dostluğun, paylaşmanın o yıllarda daha yoğun olması dostluk,arkadaşlık,.akrabalık komşuluk ilişkilerinin daha .duru,daha samimi,daha iyi niyetli ve güvenilir duygular içerisinde olması idi.

Teknolojinin güzelliklerinden yararlanalım ama çevremizi de gözlemleyip eşi dostu unutmayalım diye düşünüyorum. Belki de büyüklerimizin kıymalık ve buna benzer geleneklerimizi sürdürürken asıl amaçlarının bilhassa akrabalık ilişkilerinin pekiştirilmesi olamaz mı? Mutlaka kıymalık yapmak şart değil ki. Çocuklarımıza ve torunlarımıza sevgi ve saygıyı, bu manevi değerlerimizi sevdirip yaşattırabilirsek ne mutlu bize. Oysa bu değerlerin ne yazık ki azaldığını gördükçe işte biz eskiye o zaman özlem duyuyoruz. O zaman da hep eski yılları, çocukluk günlerimizi özlüyor duruyoruz. Aslında özlediğimiz şey kıymalık, erişte,tel helva çekme,turşu, v.s yapmak ve buna benzer geleneklerden çok o zamanki dostlukları, samimiyetleri, iyi niyetli arkadaşlıkları,komşuluk ve akrabalık ilişkilerini iyi ve kötü günlerimizdeki paylaşımları , birbirimize güven duyabilmeyi çok ama çok , özlüyoruz...Bu güzel manevi değerlerimizi sürdürebilmek de elbette ki hepimizin elinde diye düşünüyorum..




Sabiha SERİN
Araştırmacı-Yazar-Şair
SİVAS
Sabiha Serin isimli Üye şimdilik offline konumundadır sendpm.gif
TAŞ FIRIN EKMEĞİ
TRABZON VAKFIKEBİR TAŞ FIRIN EKMEĞİ
Vakfıkebir Taş Fırın Ekmeği geçmişi, fırını, pişirilmesi, şekli, tadı ve bayatlamayan özelliği ile yalnızca Türkiye’de değil dünyada da eşi olmayan ve dilimle satılan tek ekmektir.
Yayla kültürü gereği hayvancılıkla uğraşan ve ilkbaharda yaylaya çıkan aileler 2-3 gün süren yayla yolculuğu yapmaktaydılar. Bunun doğal sonucu olarak 2-3 gün boyunca bayatlamayan ekmeğe duyulan ihtiyaç taş fırın ekmeğinin icadına yol açmıştır. Yayla kültürünün hakim olduğu her yerde buna benzer ekmekler üretilmesine rağmen hiçbirisi Vakfıkebir Taş Fırın Ekmeği kadar ihtiyacı karşılamamıştır.
Geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bu ekmek bugün ülkemizin her yanında üretilmesine ve Trabzon Ekmeği olarak bilinmesine rağmen aslına uygun üretimin yapıldığı tek yer Vakfıkebir’dir.
Taş fırın ekmeğini özel kılan pişirildiği fırın başta olmak üzere, suyu, odunu, unu, mayası, havası, şekli, ağırlığı ve pişiren ustasıdır. Bu nedenledir ki ülkemizin her yanında üretilmesine rağmen Vakfıkebir standardı hiçbir zaman yakalanamamaktadır.
Vakfıkebir Ekmeği
Taş Fırın
Vakfıkebir ekmeğinin en önemli özelliği taş fırınlarda ve odun ateşi ile pişirilmesidir. Yörede bu fırınları yapan ustalar bulunmakta ve geleneği devam ettirecek olan çırakları yetiştirmektedirler.
Fırınların tabanında Osmanlılar zamanında "Şamot" adı verilen, günümüzde ise daha çok Bayburt dolaylarında yapılmakta olan fırın taşı veya kara fırın taban taşı denilen ateşe dayanıklı taş kullanılmaktadır. Kara fırınlarda taban taşından başka aynı özelliklere sahip olan ateş tuğlaları da kullanılmaya başlanmıştır. Yöremizin ustaları yine de iyi bir kara fırın için taban taşı kullanılmasının daha iyi sonuç verdiğini söylemektedirler.
Fırının yapılışı sırasında hazırlanan 130 cm. derinliğindeki fırın kuyusunun 80 cm.'lik kısmına kalın çakıl taşlan konur. Bu taşlar fırının alttan su alması durumunda süzgeç görevi görerek suyun üst kısma geçmesini engeller. Kalın taşların üzerine 20 cm. kadar daha ince çakıl taşı konur. Çakılın üzerini tamamen örtecek kadar ince kum yayılır. Daha sonra ısıyı tutup tekrar yansıtması amacıyla cam kırıkları konulur. Bunun üzerine hem ısıyı tutmak için hem de rutubeti engellemesi için kalın tuz (kaya tuzu) serilir. Tuzun üzerine özel ustalık isteyen bir biçimde fırına taban taşlarının yerleştirilmesine başlanır. Yerleştirme işinin bitiminde taşların iyice oturmaları için ağaç bir tokmak ile dövülür.
Fırın kuyusu yapılırken, fırının ön cephesinde ana kapıdan biraz aşağıda ve yanda cehennemlik adı verilen, dışarıdan odunların konulacağı ve yakılacağı ızgaralı bir bölüm yapılır, ızgaranın üzerinde yakılan odunlardan çıkan ısı fırının içini ekmek pişirmeye hazır hale getirir. İyice yanan odunların közleri de ızgaranın alt kısmına geçerek fırın ısısının devamını sağlar.
Fırın tavan tuğlaları hafif kavis yapacak şekilde örülmekte ve fırının içine kubbe şekli verilmektedir. Tavan örülürken cehennemlikten uzak olan arka üst kısımda 20 cm. x 20 cm. boyutlarında fırının büyüklüğüne göre bir veya iki tane baca yeri bırakılır. Bu bacalar ateşe dayanıklı tuğlalar ile yukarıya doğru örülüp tavan kısmının üzerinden geçirilerek ana bacaya bağlanır. Ana baca fırının dışında ana kapağın hemen üzerindeki boşlukta 20 cm. x 80 cm. veya 40 cm. x 40 cm. boyutlarında yapılmaktadır. İç bacalara birer tane baca kapağı konur. Bu kapaklar fırın dış cephesinde bulunan birer kol yardımı ile kontrol edilir, iç bacalar cehennemlikte yanan odunların isini, kokusunu ve dumanını ana bacaya gönderir. İç bacaların cehennemlikten uzak olmasının nedeni ise, odunların alevlerini fırının tavanına doğru çekmesidir. Fırının tavanına gelen yüksek alevler fırın içinin pişirmeye hazır hale gelmesine (tavlanmasına) sebep olur. iç bacalar odunlar köz haline gelene ve fırın içi tavlanana kadar açık bırakılır. Fırın pişirmeye hazır hale geldiğinde dış kısımdaki kollar yardımıyla baca kapakları kapatılır. Közlerden çıkan sıcaklık fırın ısısının devamını sağlar.
Örülmesi tamamlanmış olan fırında tavan tuğlalarını ve harcını sıkıştırmak, fırını kurutmak için üç gün boyunca "ranos" (tavlama) adı verilen ateş yakılır. (Tavlama işinden sonra fırının içine sinen koku ve is ile tavan ve bacadan dökülen tozlar önce uzun saplı bir süpürgeyle süpürülür ve daha sonra ucuna ıslak bez sarılmış -yörede "silengi" adı verilen- uzun saplı paspas kullanılarak tüm is ve kalan tozlar toplanır, fırının içi temizlenir. Fırın kullanılmaya hazır hale gelir.
Silengi bunun dışında, fırın ısısı yüksek olduğunda ekmek hamurlarını fırına atmadan önce ıslatılıp fırın taban taşlarına ve cehennemliğe yakın yerlere sürülerek ısıyı düşürmek amacıyla da kullanılmaktadır.
Fırın Yakıtı
Taş fırınlarda kullanılan en ideal yakıt maddesi alevi bol olan, yandığında fırının içini ekmek pişirmeye hazır hale getiren (tavlayan) kurumuş kızılağaç, meşe ve gürgendir. Ayrıca bu odunların ateşinden çıkan tütsü reçineli karbonili bileşikler ekmeğin lezzetini etkilemekte, ekmeğe farklı bir tat vermektedirler. Kavak odunu alevi yüksek olmasına rağmen patlayarak yandığı ve fırının içine odun parçaları fırlattığından dolayı kullanılmamaktadır. Kestane ağacı pahalı olduğundan, çam ise fazla koku ve is yaptığından tercih edilmez.
Fırının Tavlanması
Yan ocakta (cehennemlikte) yakılan kuru ve ateşi yüksek odunların alevleri arka bacalara doğru çekilirken, yüksek ısı fırının tavanını görülmeye değer bir şekilde bembeyaz yapar. Alevler ve yüksek ısı sayesinde oluşan bu görüntüye tav' adı verilir.
Günümüzde taş fırınlara ısı ayarını gösteren dereceler konulsa da ekmek ustaları alışkanlıklarından dolayı tav oluşumunu izleyerek fırının pişirmeye hazır hale gelip gelmediğini anlarlar. "Uşaklar furunun tavi oldi, ekmekleri atalum..." derler. Ustalar fırına ekmek atmak için ayrıca bir miktar kepeği fırının içine serperek kepeğin yanmasına bakarlar. Kepek taban taşına değdiği anda hızla yanıp kararırsa fırının ısısının çok yüksek olduğu anlaşılır. Isıyı düşürmek için silengiyi biraz daha fazla ıslatmak ve cehennemliğin olduğu tarafa sürüp ısıyı düşürmek gerekir. Isı yeterince düşürülemezse iç baca kapakları açık tutularak da ekmek pişirilebilir.
Ekşi Maya
Son yıllarda ülkemizde ekmek yapımı için ticari maya tercih ediliyorsa da yine bir çok şehir ve köylerimizde ekşi maya kullanımı devam etmektedir. Çünkü ekşi maya ile hazırlanan ekmeğin kokusu ve lezzeti daha farklı olmaktadır.
İnsanlar tarafından tesadüf sonucu bulunan ekşi maya, kendiliğinden mayalanan hamurun yoğrulacak olan yeni hamura katılması ve bu eski mayadaki bakterilerin, oluşturulan yeni ortamda çoğalmaya başlaması sonucu oluşur.
Vakfıkebir ekmeğinin en önemli özelliklerinden biri de ekşi maya ile yapılmasıdır. Ekşi maya ile yapılan ekmekler iyi kabarır, geç bayatlar ve lezzetli olurlar.
Kullanılacak Unun Özelliği
Ekmeğin yapımında depolarda 15-20 gün arası dinlendirilmiş birinci ve üçüncü tip unlar eşit ölçüde karıştırılarak kullanılır. Dinlenme sırasında unun yapısında ekmek yapımı için olumlu kimyasal değişimlerin meydana geldiği, unun renginin ağardığı ve kolay işlenilebilir hale gelen undan daha kaliteli ekmeklerin elde edildiği bilinmektedir.
Kullanılacak Sular
Vakfıkebir ekmeğinin yapımında sertlik derecesi düşük olan kireçsiz su kullanılmalıdır. Genel bilgilerin alındığı fırın işletmecisi Ahmet KALYONCU'nun da Vakfıkebir ekmeği için söylediği "Mayası havadan tadı kireçsiz sudan.." sözü bu ekmeğin yapımında uygun ısı ortamında mayalandırılmanın ve sertlik derecesi düşük olan suların tercih edilmesi gerektiğinin önemi belirtilmektedir.
Ekmek Hamurunun Hazırlanması
"25 kg. elenmiş 1. tip un, 25 kg. elenmiş 3. tip un yoğurma kazanına dökülür. Önceki hamurdan bırakılan ekşi maya ile tuz konur. Yazın soğuk su, kışın ise ılık su ile yoğrulur. Suyun ısısı hava ısısına göre ayarlanarak hamurun çok çabuk veya geç oluşmasını önler. Yoğurmada az su kullanılırsa ekmeğin hacmi küçük, içi kuru, esnekliği az olur. Fazla su kullanıldığında ise ekmeğin içi iyi pişmez, yapışkan olur ve içindeki oyuklar dengesiz bir biçimde oluşur.
Hamur yoğurma kazanında 15 dk. yoğrulur. Yoğurma işleminde usta olmak ve hamurun kıvamını iyi ayarlamak gerekir. Yeterli tecrübeye sahip olunmaz, az yoğrulursa harnur sakızımsı ve yapışkan bir hal alır. Fazla yoğrulduğunda jse parçalanır gibi olur, gerekli kabarma olmaz, Yoğrulan hamur kazanda 15 dk. dinlendirilir. Ekşi maya olarak kullanılmak üzere bir miktarı ayrılarak kalan hamur kesme kazanına alınır. Burada yapılacak' olan ekmeklerin gramajlarına göre kesilip tartılarak hafif unlanmış mermer masa üzerine konur.JBurada hamurkar tarafından hafifçe yoğrularak içerisine kaput bezi konulmuş olan plastik leğenlerde 30 ile 45 dk. arasında fırına girecek hale gelene kadar mayalandırma raflarında dinlendirilir. Hamurun mayalanması olayına "hamurun gelmesi" denir. Süre geçtiğinde ise "hamur geçti" denir. Mayalanma süresi bitmiş olan hamuru bir an önce fırına koymak gerekir. Aksi halde ekmekler bozuk olur. Mayalanmış hamurlar plastik leğenleriyle birlikte fırının önündeki tezgaha indirilir.
Pişirme ustası daha önce ekmek hamurundan bir miktar alıp biraz un ile yoğurarak ekmek hamurundan daha sert bir hamur yapar. Bu hamuru 1 cm. kalınlıkta 20 cm. uzunlukta şeritler haline getirir. Ekmeklerin üzerine takılacak olan bu şeritlere kuşak, çubuk, simit, fitil, kıtkıt gibi isimler verilir.
Fırın ustası pişirme öncesi fırının ısısını (tavını) kontrol eder. Dereceye bakıldığında ise 220-250 derece sıcaklık olması gerekir. Eğer ısı daha fazla olursa silengi ile düşürülür veya fırın baca kapakları açık bırakılır. Ekmek küreğinin hafif kepek serpilerek çanaktaki ekmek hamurları küreğe ters çevrilir. Hamurların üzerine orta kısımdan geçecek şekilde fitilleri takılır. Ekmekler çok büyük olduğu için fitiller fazla kabarmalarını önler. Daha sert bir hamurdan yapıldığı için pişme sırasında çabuk kurur ve kabarmakta olan ekmeğin üzerini gerdirip çatlatır. Böylece ekmeklerin iç kısmının da pişmesini sağlar. Fitilleri takılan ekmekleri fırına atmadan önce üzerlerine 1 it. sıcak suya 1 su bardağı un konularak bir taşım kaynatılarak ve daha sonra soğutularak elde edilen bulamaç adı verilen karışım fırça ile sürülür. Bulamaç, ekmeğin güzel bir şekilde kızarması için fırına girerken, daha parlak görünmesi için de fırından çıktığında sürülür. Fırına ilk önce arka kısma gelecek şekilde büyük olan ekmekler yerleştirilir. Fırın sıcaklığı, hamurlar fırına konulana kadar ana kapak sürekli açık olduğundan 180 dereceye kadar düşmektedir. Bu nedenle ekmeklerin fırına konulması işleminin seri şekilde yapılması gerekir. Pişme sırasında cehennemliğe yakın olan ekmekler daha çabuk kızardığı için diğer tarafta kalan ekmekler ile değiştirilmelidir. Büyüklüklerine göre 40 ile 60 dk. arasında pişirilen ekmekler kürek ile dışarı alınıp bulamaç sürülür, tahta raflarda dinlendirilmesi için tezgahtara verilir. Ekmeğin üzerine sürülen bulamaç ısının da etkisiyle hemen kurur ve ekmeğe parlak bir görüntü verir. Tezgah üzerinde hasır süpürge ile altları süpürülen ekmekler satışa sunuluncaya kadar dinlenmesi için tahta dolaplarda bekletilir.
Ekmeğin Özellikleri
-Vakfıkebir Ekmeği, tadımlık değil doyumluktur.
-Ekmeklerin büyük yapılması sonucu pişirme süresi uzadığından dış kabuk kalın, ekmeğin iç kısmı yumuşak, pişkin ve arzu edilen büyüklüklerde gözeneklere sahip olur.
-Ekmeğin bayatlama süresi uzun olur. Uygun saklama koşullarında 5-15 gün kadar bozulmadan saklanabilir. Bu ekmek soğuduktan sonra temiz bezlere sarılı olarak rutubetsiz ortamlarda tahta kutular içerisinde 5-10 gün arasında, kağıda sarılı ve naylon poşete geçirilmiş olarak buzdolabında 10-15 gün saklanabilmektedir.
-Tek ekmek olduğu için rahat taşınır ve saklanması kolaydır.
-Odun ateşinde piştiği ve ekşi maya kullanılarak yapıldığı için kendine has bir lezzeti vardır. Ekşi maya ile yapılan ekmekler iyi kabarır, geç bayatlar.
-Pişme süresi uzun olduğundan ve iyi piştiğinden dolayı yenildiğinde midede şişkinlik yapmaz.
-Az miktarda isteyenlere kesilerek gramaj ile satılabilir.
-Keskin bıçak kullanılarak kesildiğinde ufalanmaz.
Yörede Ekmekle İlgili İnanışlar
-Yere düşen ekmek besmele ile alınıp öpülerek alına konulur ve hayvanların yemesi için ayak değmeyecek olan bir köşeye konur.
-Ekmek kırıntılarının yakılması günahtır.
-Sofrada ekmek artığı bırakılmaz. Sofrada ekmek artığı bırakıldığında "kalan ekmekler peşimize ağlar" denilir.
-Tuvalete ekmekle girilmez.
-Ekmeği çok ziyan edersek, o yıl buğday az olur.
Hazırlayan : Vahide KALYONCU
VAKFIKEBİR'DE FIRINCILIK
Vakfıkebir’de fırıncı­lığı meslek edinen kişiler, her ailenin tüketeceği ekmeği kendilerinin evlerinde pişirmeleri nedeniyle çok sonraları bu yola başvurmuşlardır. Bu uygulama uzun yıllar devam etmiş ve kasabanın Hoşarlı semtinde (bugünkü Cumhuriyet Mahallesi) oturan Hacıahmetoğlu Sarı Ahmet (Aksoy) (1879-1957) 1897 yılında ilk ekmek fırınını açmıştır. Daha sonraları fırıncılığı bir geçim kolu olarak kabullenen Kuduban'dan (bugünkü Hürriyet Mahallesi) Bakoğlu Muhammet (1877-1922) 1899’da ikinci fırını ve ardından Hacıahmetoğlu Şükrü (1879-1925) de 1902'de üçüncü fırını kurdular.
1940'lı yıllarda ilçemizde Arif Aksoy, Ali Aksoy, Ali Batur, Hasan-Osman-İshak Kutu kardeşler, Ali Bulut, Hasan Aksoy, Vahit Aksoy, Rasim Gül olmak üzere 8 fırıncı esnafı vardır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ekmek karne ile verilmektedir. Bu yıllarda sadece “tahsis unu” verilen Hasan Aksoy ile Hasan-Osman-İshak Kudu kardeşlerin fırınları ekmek pişirmiştir.
1950'li yıllarda ilçede dokuz fırın vardı. Arif Aksoy, Vahit Aksoy, Mehmet Kutu, Mehmet Yayla, Ali-İlyas Yanık, Abdullah Kurt, Sabri Özkan, Ali Bulut, Katip Haliloğlu, Hasan Uslu, Ali Kutu, Süleyman Atik, Kadem Özkan, Muhammed Sağlam, Mehmet-Hasan Kurt fırınlarında bu mesleği icra ettiler.
Vakfıkebir’de her yıl temmuz ayının son haftası Cuma-Cumartesi-Pazar günleri 3 gün süren ekmek festivali yapılır. Festivalde yöresel üne sahip olan taş fırın ekmeğinin tanıtımı iler birlikte bir takım etkinlikler yapılır.
a) Ekmek Paneli
Panelde ekmeğin tarladan buğday şeklinde soframıza gelinceye kadar geçirdiği evreler anlatılır. Konuyla ilgili alanında uzman kişiler ilçeye davet edilerek. Vakfıkebir ekmeğinin yapılışı ve özellikleri, uzun süre saklanması için yapılması gerekenler, ekmek çeşitleri, ekmeğin hammaddeleri, ekmeğin besin ve sağlık değeri konularını içeren panelde anlatılır.
b) Ekmek Festivali Nedeni İle İlçede Bir Takım Yarışmalar Yapılır
Vakfıkebir ekmeği ve barış konulu sokak resimleri yarışması, folklor gösterileri, bisiklet yarışmaları, taş fırın erkeği seçimi, tereyağı ile birlikte ekmek sunumu, ekmek sinevizyonu, yüzme yarışması, futbol karşılaşmaları vb. yarışma ve gösteriler yöre gençlerini bir araya getirmede önemli bir etkendir.
Bu şekilde ekmek festivali ile birlikte yörenin ve ekmeğin yöreye truzim ve ekonomik açıda girdi sağlamak amacı ile tanıtım yapılır. Festivalde yörede doğup büyüyen ancak yörede oturmayan Vakfıkebirliler bir hafta boyunca yöreye gelirler. yöre insanlarının birbirleri ile kaynaşması sağlanır varsa sorunlar ve çözüm önerileri tartışılır. Bu şekilde yöreye bir hareketlilik ile birlikte canlılık ve para girdisi sağlanır.